Beşiktaş – Kadıköy vapurunda iki aşık

Yalın ve yorgun bir Ağustos sabahı. Saaat sabahın beş buçuğu. Sen aklımın içinde siyah bir vapur. Bilmem nereden gelir, nereye gidersin... Ve sonra söylemiştim değil mi? “Sabahtır saat beş buçuktur. Gemiler yorgun ve uykuludur...”

Böylesi sabahlar; felaketi andıran günlerin – vahameti çağıran gecelerin ardından bize bahşedilen yara bantları. “Her şeye yeniden başlamak” için ince bir sebep ve “hayatın hala devam ediyor” olduğunu gösteren zamanın bir teselli ikramı.

Ne muazzam ve ne fena bir şey.

Sabahları piyano dinlemeyi sevdiğimi de bilirsin. Çaykovski mi? Yann Tiersen mi? Sen yeni nesil piyanistleri seversin ben de eskileri. Sen elimden tutup ardısıra beni sağa sola koşturan; yeni ufuklara koşturan hınzır bir kız çocuğu. Ben ise elinden tutup yanı başında sessiz – sedasız yürüyen acelesi olmayan – telaşsız bir Çarlık Rusya'sı memuru... Hani bilirsin şu Dostoyevski kitaplarındaki sefil memurlardan. Ahhh sonra Gogol'ün Palto'su. Ne de çok severdin.

Hatıraların yanıbaşımda. Sabah kahveme, piyanoya, güneşi bekleyen keskin karanlığa eşlik ediyor. Ve tabii yanıbaşımda dolanıp duran, ölümden hiç mi hiç korkmayan sivrisineğe de eşlik ediyor... Hatıralar demişken;

Beşiktaş'tan vapura binmişiz. Kadıköy'e gidiyoruz seninle. Ben mütamadiyen kaygı bozukluğumu alt etmiş, gözlerinin içindeki mutluluğu almışım üzerime. Feribotun güvertesinde oturuyoruz. Rüzgara karşı sigaralar yakmışımız. Gülümseyerek, eğlenerek – güç bela yakmışımz sigaralarımızı. Deniz alabildiğine dalgalı. Yağmur çişeliyor üstelik. Herkes içeri kaçarken sen ve ben iki deli; yağmurda ıslanmaktan, rüzgar yemekten ve aşık – bitap, sarmaş – dolaş oturup türküler söylemekten vazgeçmiyoruz.

Gençlik değil bu başka şey. Aşk mı? O da mümkün. Kadıköy'de iniyoruz sonra. Haydarpaşa Garı ardımızda. “Burayı otel yapmazlar değil mi Anıl?” diye soruyorsun. Memleket ahvali de hep bizimle. Nereye gitsek malum adamın bet ve iğrenç sesi kulaklarımızı tırmalıyor... “Bunlardan her şey beklenir sevgilim.” - “Lanet olsun hepsine” diye yanıtladın beni.

Şimdi öylece yürüyoruz. El ele. Sen seversin tabii. Beyoğlu – Kadıköy – Ada – Beşiktaş ... Senin önden koşturup da beni elimden tutarak sağa sola çekiştirdiğin yerler buralar.

“Yaaa şu kitapçıya girelim mi Anıl? Geçen sefer çok eski baskılar bulmuştuk...” Girelim diyorum tabii. Reddetmek ne mümkün. Kitapçıda alıyoruz soluğu. Sahafçı aslında... Ooo bakın işte 1960 basımı sarı saman kağıdına basılmış bir Doktor Jivago... Gözlerin parlıyor. “Yaa çok güzel” diyorsun. Okudun mu diye soruyorum; filmini izlemiştim diyorsun.

“Serseri...”

“Aman sanki sen okudun Anıl bey...”

“Bilinç dostlarım. En kötüsü bilinçtir. Nefes aldığını fark ettiğin an nefes darlığı çekmeye başlarsın. Dünyanın döndüğünü fark etmeye başladığın an vertigo... Bilinç dostlarım en kötüsüdür...” Kitaptaki bu repliği söyleyince, gözleri açıldı. O küçük kız ben ihtiyar adam. Böyle hayranlıkla bakışları bana. Yine “Yaaa Anıl” diye kendinden geçti. Hadi gidelim dedim buradan. Kitapçıdan çıktık. Şimdi üç kişiyiz.

Nilüfer, ben ve Doktor Jivago. En sahici Leninist ve komünist arkadaşımız Doktor Jivago. “Eee” dedim. Kitapçı, feribot falan derken artık Doktor Jivago'nun ve benim sevdiğim şeyleri de yapmalıydık. “Hadi bir yere oturup bira içelim artık Nilüfer. Çok yoruldum ben...” - “Hahahaha. Yorulursun tabii o göbekle Anıl. Eritmemiz lazım o göbeği...”

Yine göbeğe geldik iyi mi. Hayır ne güzeldik oysa.

“Peki” deyip düşürdüm yüzümü. Kadınlar kıyamazdı buna... Söz verilen oyuncağı alınmayan küçük bir çocuk gibiydim şimdi. “Tamam bira içmeyelim madem. Bari çay – kahve içelim bir yerde” dedim. Güldü dudaklarını yavaşça oynatıp.

“Gel, gelll yaaa” deyip önünden geçtiğimiz Karga'dan içeri soktu beni.

Çocuksu küskünlüğüm gene işe yaramıştı. Ne fena bir adamdım ama...

Karga'dan içeri girdik.

Loş bir ışık var. Dışarıdaki yağmuru geriden bırakmışız montlarımız ıslak, bakışlarımız ıslak ve ellerimiz kenetlenmiş. En köşe masalardan birine oturduk.

Bir şişe Tuborg bana Nilüfer'e de malibu tabii. Az sütlü çok buzlu...

“Buzlu içme şu Malibu'yu boğazın şişecek.”

“Bik bik bik bik Anıl. Karışma sen.”

“İyi tamam tamam...”

Barın hopörlerinde Eric Clapton çalıyordu. Şahane bir gitar resitali. Nilüfer karşımda. Biramdan bir yudum alıp, sigaramdan esaslı bir duman çekip tekrar baktım o'na; sanki bir ışığa batıp çıkmış gibiydi. Öylece parlıyordu karşımda. Baktım, baktım, baktım...

Gülümsedi.

“Ne var Anıl?”

“Sessizliğin. Öylece durup bakman bile benliğimin bir yerlerinde seni ne çok sevdiğimi anımsatıyor bana...”

Şimdi daha esaslı gülüyordu. Öylece tuttu ellerimi. İyice sokuldu bana. Eric Clapton Layla'yı söylürodu. Masada Nilüfer'in başı omzumda biz yorgun ve bitap. Yağmurun ağırlığı ve aşkın ciddiyeti üzerimizde öylece oturuyoruz. Doktor Jivago karşı sandalyede. Masada malibu ve bira. İkimizin sigaraları da; kederimizi yakmış öylece yanıp duruyor.

Cennet nedir bilmem ama kuşkusuz cennette 1 gün böyle bir gündür. Ah Nilü...

İkinci birayı içmeyecektim. Kendine bakmalıydım.

Farkında değildik ama;

Sayende daha iyi bir insan olmayı istiyordum...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi