Bir garip sohbet

Bazı gerçekler var aklımızın ermediği…
Hadi ama ne saçmalıyorsun. Gerçek dediğin şey şu önümdeki fincanın içindeki simsiyah kahveden ibaret.
Basit düşünürsek öyle muhakkak.
Nasıl düşünmemi bekliyorsun? Zihnimin içinde bir CERN deneyi gerçekleştirmeli ve önümdeki kahvenin ardındaki saçmalıklara mı kafa yormalıyım?
Belki de yormalısın Kamil?
Kes şu saçma muhabbeti monşer. Sabah, sabah işe gitmeliyim, işten gelmeli, faturaları ödemeli, çocuklarla vakit geçirmeli, alışveriş yapmalı ve bir sonraki günde erkenden işe gidebilmek için erkenden yatmalıyım. Bundan ala bir gerçek var mı?
Galiba haklısın Kamil. Öyle bir hayatın içindeyiz ki gerçek orada dursa da onu gidip alamayacak kadar meşgulüz…
Şimdi müsaadenle monşer. Fakat üzülme. Pazar günü iki bira içer, gerçeğe ereriz…
Kamil kapıyı çarpıp çıktı. Monşer, şaşkın bir yüz ifadesi takınarak sigarasından küstah bir duman çekti ciğerlerine ve üfledi… Eve gidip yatmanın iyi bir fikir olduğuna inandı…

Muazzam bir yolculuk

İnsanın en muazzam yolculuğu kendi içine yaptığı yolculuktur. İçe dönüş, sorgulama ve kendinle baş başa kalma hali bu yüzden memnuniyet sağlar. Hatta yalnızlığı sevilesi yapanda budur. Oturur düşünürsün. Kah nehrin kenarında kah bir dağın eteğinde kah ise yatağında tavanı seyrederek…
Betimleme ve hayali bırakırsak bizde tavanı seyrederek düşünüyoruz çoğunlukla. Ne olacak diyoruz,ne yapacağım diyoruz, neden öyle yaptım diyoruz. Kendimize bir çok soru soruyor ve kimsenin duyamayacağı cevaplar veriyoruz. Yorganın altındaki iki büklüm dünyadan soyutlanmış halimiz ana rahmine duyduğumuz özlemi vurur gibidir yüzümüze. Biz hep özlüyoruz. Geçmiş zamanı, geçmiş günleri. Gelecekten umutlu olamıyoruz çünkü geçmiş kadar güzel gelmiyor şimdiler.
Zamanın büyüsüne kapılıyoruz. En kötüsü zamanın büyüsüne kapılıp giderken öleceğimizi unutuyoruz. Ne bu hırs? Ne bu ötekileştirme arzusu? Ne bu dünyaya kazık çakacakmış gibi servet kazanmak için ucuz hesapların içine düşme hali? Bunları çok az soruyoruz. Öleceğimizi bildiğimiz için ve belki her geçen gün bizi ölüme daha çok yaklaştırdığı için geçmişin sıcaklığına özlem duyuyoruz…!

Budalaca bir iş

Günlerden Cumartesi. Hayallerini koydu heybesinin içine. Hafifti heybesi ama bir o kadar anlamlıydı. Güzel geçecekti Cumartesi günü ve sonraki günler. Sevdiği kadar sevilecek, değer verdiği kadar değer verecek ve her şeyden önemlisi iki yıldır ödediği ev kredisini elbet bir gün bitirecek, akşamları iki kadeh şarabın dünyasında noksanlıklarına karşı kör bir tavır takınabilecekti. Herkes gibi umutluydu; umut olmazsa olmaz mıydı yoksa Nietzsche'nin dediği gibi işkenceyi uzatmaktan ileri gitmeyen bir teselli aracı mı? Bunu düşünmeye ayıracak zamanı yoktu. Filozof değildi ve üstelik böylesi lüks fikirlere akıl erdirecek kadar bilgi satın almışlığı da yoktu. Aynanın karşısında saçlarını tararken, bir şarkı mırıldanmaya başladı. “Çocuklar inanın, inanın çocuklar” diyordu şarkıda. Hayaline inandırma telaşındaydı kendini. Oysa çocuklara verilen sözler genelde tutulmazdı. Yoksa tutulur muydu? Önemi yoktu… Lavaboya tükürdü kendinden emin bir bakış daha attı aynaya, kaşlarını çattı ardından gülümsedi. Aynı anda hem sevecen hem kızgın biri olmayı başarabilecek kadar kabiliyetli oluşuna sevindi. Hayalleri heybesinde, işe gitmek için evden çıktı. Şayet şansı varsa belki metrobüste yanına güzel bir kız otururdu. Bunu da hayal hanesine ekleyerek, budalaca işine doğru adımladı…
 

Garibanlığa sevinmek

Güneşin insanın beynine işlediği bir sıcağın altında yol alan Kamil, az sonra tekneye binecek olmanın verdiği mutlulukla sıcağa aldırış etmiyor ve her tarafından akan terini zerre umursamıyordu. Nasıl olsa bu zorluğu bir güzel şey uğruna çekiyordu. Her sefanın bir cefası olmalıydı. Keyif içinde İstanbul'un kıyılarını seyrederken nasıl olsa esen rüzgar ferahlamasını sağlayacaktı…
Tüm bu düşünceler içerisinde marinaya yaklaşan Kamil, etraftaki güzel kadınlara da kaçamak bakışlar atmayı ihmal etmiyor; “asla böyle kadınlarla iletişim kuramayacağım” diye içinden geçiriyordu. Bineceği tekneye yaklaştığında onu geziye davet eden arkadaşı Can seslendi; “Gelsene lan buraya, buradayız işte…” Bu hayıflanan ve ciddi derecede samimiyet içeren cümleye kahkaha atarak karşılık veren Kamil, koşar adımlarla tekneye hareket etti.
İçerisi geniş ve ahşaptı. Her köşe başına oturmuş güzel kadınlar ve yakışıklı adamlar vardı. Güneşe aldırış etmeden şampanyalarını içiyor ve şen kahkahalarla İstanbul'un altın gerdanına yakışır bir refahlık sergiliyorlardı. Etrafı gözlemleyen Kamil'i, Can omzuna bir pat pat yaparak uyandırdı. “Hadi oğlum sen de kendine dolaptan bir iki bira al kafana göre takıl” dedi.
Kamil söyleneni yaptı. Birasını açtı ve teknenin kıç tarafına oturdu. Sıra sıra dizili yalılara ve şatafat akan ortama bakınca Balzac'ı anımsadı; “Her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir…” Servet düşmanlığını bu tümceyle meşrulaştırdı ve bir kez daha garibanlığına sevindi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi