Bornova anısı

Yitik geçen günler, zamanlar. Öğrenciyiz henüz. Bornova'nın sakin ve bedeli yüksek Süvari Caddesi'nden süzülüp, Büyükpark'a çıkmak için yürüyoruz. Alsancak'a gitmeye üşenmiş ve 20'li yaşlarının başında kendini “yorgun” hisseden birkaç adam ve kadın, Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nin önünden geçiyoruz. “Neyse ki geldik” diyor içimizden biri. Kimdi şimdi anımsamıyorum. Geldiğimizin farkında olmamıza rağmen birimizin sesli olarak bunu dillendirmesi hepimizi uyandırmıştı. “Eee bir şeyler almak lazım” diye kararlaştırdık. İçinden asla peynir çıkmayan peynirli poğaçadan, zeytinin hiç değilse kokusunu veren zeytinli açmadan almışız maksat doymak değil açlığı bastırmak. Üç beş de bira var zaten. Sonsuz yaşam pınarı…
Kültür merkezini elimizdeki nevalelerle birlikte geçiyoruz. Büyükpark'ın ortasındaki gösterişsiz ve anason tütünü kokan nargilecileri ve çay bahçelerini de geçiyoruz. Alabildiğine yeşillik, banklarda tek başına oturan emekli amcalar ve çimlerde oturup birbirlerinin boynuna öpücükler konduran sevgililer arasından geçiyoruz. “Lan oğlum oturun artık bir yere” diyor arkadaşlardan biri. Hakikaten ha amma yürümüştük. Bir çınar ağacının altını uygun gördük arkadaşlarla. Burası “hoş” demişti kız arkadaşlar da. Hay hay o zaman demiştik. Erkekler bağdaş kurup oturmuş kızlarda bacaklarını hafif kırıp ne oturur ne oturmaz bir halde vaziyet almışlardı. Saygın ve bakımlı çimlerin üzerinde biraz mahcup ama eğlenceli ve kendimizden emin oturuyoruz. Parkın müdavimi ve gerçek sahibi köpekler, kediler geçiyor yanımızdan. Zaten içinde peyniri olmayan peynirli poğaçayı paylaşıyoruz arkadaşlarla. “Maşallah ekip sağlam” diye bir ses geliyor o esnada arkadan. Hep birlikte dönüp bakıyoruz. Eskilerden bir amca. Üzerinde “Bornova Belediyesi” yazan pembe bir bankın üstünde oturuyor. Eskilerden dediysem kafa kağıdındaki doğum senesi ha. Ben diyeyim 60 sen de 70 o aralıkta bir amca. Biz hepimiz birbirimize baktık arkadaşlarla. Tanıyan var mı diye. Kimseden tık yok. Amca bizim sessizliğimizi hamlesini yapmayan acemi bir boksöre sol kroşe çakar gibi bir kez daha bastırıp konuşmayı sürdürdü. “Gençken iyi arkadaşlıklar çok önemli” dedi. Tabii der gibi doğru der gibi kafamızı salladık. Hepimiz klasik yaşlı amca teyze ve öğrenci muhabbetinin bir benzerini yaşayacağımızı tahmin ediyoruz. Amca birazdan sen ne okuyorsun, o ne okuyora filan bağlayacak, biliyoruz, eminiz. Ama hay Allah. Bu adam     sormadı…
Emekli askerim ben de dedi ve devam etti hikayesine; Biz Harbiyeliyiz tabii. Sizin zamanınızda aynı kavak yelleri bizde de var. Ama biz de haytalığa askeri dsiplin münasebetiyle çok müsamaha yok. Gene de arada kaçıp giderdik İstanbul'da boğaza yakın bir rıhtıma. Bir arkadaşın eniştesinin yaptığı boğma rakılardan içerdik….
Amca anlatıyor biz boyuna; eee diyoruz. Sonunda ilginç bir hikaye duyacağımıza eminiz. Ne bileyim amcanın arkadaşı trajik bir şekilde ölmüştür, sevdiğine kavuşamamıştır. Öyle bir son bekliyoruz bu anlatıda ve amca anlatıyor; “İşte öyle günlerdi” diyor biz “eee” diyoruz. Eeee'si bu canım dedi amca. Haa dedik hep birlikte. Sıradan bir gündü ve sıkılmaya başlamıştık. “Keşke Alsancak yapsaydık ya” dedi bir arkadaş. Doğru diye onayladık hepimiz. Poğaçalar yenmiş, biralar içilmiş, yalnız bir insanın muhabbetine ortak olunmuştu. Bakalım deniz kenarında ne var ne yoktu. Kalktık ve Topçu Tugaylığını geçip, metroya varmak için yürümeye başladık…
Pazar gününe kısa bir hikaye
Günlerden Pazar. Hayallerini koydu heybesinin içine. Hafifti heybesi ama bir o kadar anlamlıydı. Güzel geçecekti pazar günü ve sonraki günler. Sevdiği kadar sevilecek, değer verdiği kadar değer verecek ve her şeyden önemlisi iki yıldır ödediği ev kredisini elbet bir gün bitirecek, akşamları iki kadeh şarabın dünyasında noksanlıklarına karşı kör bir tavır takınabilecekti. Herkes gibi umutluydu; umut olmazsa olmaz mıydı yoksa Nietzsche'nin dediği gibi işkenceyi uzatmaktan ileri gitmeyen bir teselli aracı mı? Bunu düşünmeye ayıracak zamanı yoktu. Filozof değildi ve üstelik böylesi lüks fikirlere akıl erdirecek kadar bilgi satın almışlığı da yoktu. Aynanın karşısında saçlarını tararken, bir şarkı mırıldanmaya başladı. “Çocuklar inanın, inanın çocuklar” diyordu şarkıda. Hayaline inandırma telaşındaydı kendini. Oysa çocuklara verilen sözler genelde tutulmazdı. Yoksa tutulur muydu? Önemi yoktu… 
Lavaboya tükürdü kendinden emin bir bakış daha attı aynaya, kaşlarını çattı ardından gülümsedi. Aynı anda hem sevecen hem kızgın biri olmayı başarabilecek kadar kabiliyetli oluşuna sevindi. Hayalleri heybesinde, işe gitmek için evden çıktı. Şayet şansı varsa belki metrobüste yanına güzel bir kız otururdu. Bunu da hayal hanesine ekleyerek, budalaca işine doğru adımladı… 
Bugün Dünya Barış Günü...
Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü!Fark ettim ki dünyada neyimiz eksik ise neyde biraz daha aciz isek onun için özel günler peydah edip duruyoruz…Herkesin mutluluk pozlarına, buradaki tebessüm dolu yapmacık fotoğrafları bile gerçeği saklamaya el vermiyor! Mutlu aile pozları, can dostu arkadaş pozları birbirlerini delicesine seven iki sevgili figürü…Maalesef ama maalesef dünya bu kadar sevgi dolu bir gezegen olmaktan çıkalı epey oldu ve artık fotoğrafların da bir ardı var… 
Demem o ki; Dünyada sevgiden eser yok ama Sevgililer Günü var dünyada barıştan, kardeşlikten gram eser yok ama Dünya Barış Günü'müz var…Heyhat insan evladı; Bu hayatta yaptığımız en büyük iş ve sahip olduğumuz en büyük meziyet sadece ve sadece kendimizi kandırmaktır ve kendimizi inandırdığımız beyaz yalanların içerisinde yapayalnız bir hayata mahkum olmaktır…  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi