Cumartesi yazısı

Öğle vakti yavaş yavaş İstanbul’u terk etmekte, akşam tüm karanlığıyla üzerimizi örtmek için telaşlı bir şekilde yaklaşmaktaydı. Ne gelecek karanlıktan ne de yitirdiğimiz cılız öğle güneşinden medet ummuyorduk. Hayat bize hiç kimseden medet ummamak gerektiğini öğretmişti. Herkes kendi için yaşıyor, kendi için mücadele ediyordu. Olur, da yere düşersen kimse tekrar kalkamamanı dert etmezdi. Her türlü ağır hezimetlere açık olan bu hayatta kötülüğün bilincinde olmanın verdiği rahatlıkla birlikte birkaç iyi adam oturup bira içmiştik…

Hava kararıp da akşam olduğunda bir şeyler mi yesek telaşına düşmüş ve ne yiyeceğimiz üzerine epey bir tartışma yapmıştık. Bir klasik olarak bira üzerine tüketilen kokoreç, ıslak hamburger yahut midye gibi teklifler değerlendirilse de; bütün bu yiyeceklerin abur cubur olduğuna kanaat getirip soluğu Aysel Abla’da almıştık.


Aysel Abla; Bornova’da ev yemekleri yapan bir mekândı. Hatta ne biri, iki tane olması lazımdı. Birisi Süvari Caddesi üzerinde diğeri de bizim meşhur Empas’ın az ilerisinde olacak. Her neyse. Bize Empas’ın yanındaki daha yakın olduğu için oraya gittik. Çorba, sulu bir yemek, pilav ve tatlı tercihleriyle seçtiğimiz 4 çeşit yemeğe 4 lira vererek; şaşkınlık içinde birbirimizin suratına bıraktık. “3 kişisiniz toplam 12 lira yapıyor” diyen kasadaki pos bıyıklı amcanın bizimle kafa bulmadığını anlayınca “hay hay” diyor ve ücreti takdim ediyoruz. Akabinde limon kolonyası ile ellerimizi boca edip oradan çıkıyoruz…


Aradan yıllar geçiyor, aylar geçti. Tekrar Bornova’da aynı bira sever ekiple bir araya geldik. Artık eskisi gibi kendimizden emin değildik. İşsizlik, parasızlık, geleceğe dair beslediğimiz karamsar ve iç burkan vaziyetler bizi daha ürkek insanlar haline getirmişti. “Bir bok olamamanın” verdiği kederle biralarımızı içmiş, eski günlerden söz etmiştik. Eskiden hayat ne güzeldi be değil mi? Cümleleriyle birbirimizi onaylarken tekrar yemek yemek fikrinde anlaşmıştık. “Tamam o zaman hadi Aysel Abla’ya gidelim” demiştim. 4 çeşit yemeğin 4 lira olduğu günler yerini 10 liraya kadar bırakmıştı. Hoş 5 sene evvel 8 liraya içtiğimiz birayı da 15 liraya içiyorduk. Hayat hep pahalılaşıyor ve biz gitgide fakirleşiyorduk.


“Böyle olmaz aga” dedi Mete. Ne olmaz diye baktık meraklı gözlerle Mete’ye. “Hayat abi. Hayat. Allah aşkına bu nedir ya? Bir bohem bir bıkmış haller hep şikayet, hep şikayet. Boşverin abi” diye bizi relax olmaya davet eden tüm cümlelerini bir mermi gibi üzerimize boşaltan Mete’ye; tavsiyen ne oğlum diye sormayı akıl etmemiz, onu susturmaya yetti. Mete’nin bir tavsiyesi yoktu. “Hadi bir Alsancak yapıp gelelim” demekle yetinmişti.


“Olurrrr” diye hep bir ağızdan onaylamıştık. “Tren Üçyol yönüne gider” sesiyle devam eden yolculuğa Konak’ta son verdiğimizde, “Şimdi ne yapacağız?” bakışlarıyla birbirimize süzmüş, akabinde bir klasik olarak tekelden biraz bira alıp, kordonun meşhur çimlerine yayılmıştık.
“Hava güzel ha. Bizim havamız da güzel” demişti Mete. “Yani” dedik “eh” dedik. Neden hiç keyif alamıyor yahut mutlu olamıyorduk? Hayat pahalılaşıyor biz yaşlanıyor biz fakirleşiyor biz gitgide daha umutsuz vakalar halini alıyorduk.


Bir Kızılderili bilgeliğiyle ufka bakarken; “Sevdiğimiz kadar sevilmedik. Sevildiğimiz kadar sevmedik. En önemlisi aitlik hissedecek kadar sahip olamadık” cümleleri döküldü ağzımdan. Mete ve diğer çocuklar şaşkın, şaşkın yüzüme baktılar.


“Hadi abi gidelim istersen” dediler. Hayatınıza dair gerçeklik taşıyan bir sözle karşılaştığınızda orayı terk etmek en iyisiydi. Bu nedenle arkadaşlara uydum ve eve dönmek için tekrar metroya bindim. “Tren Bornova yönüne gider” sesiyle huzur dolu bir ninni dinliyormuşum gibi gözlerimi kapatıp uyudum.

Leonard Cohen'in anısına

Havalar soğumuştu. Dışarıda yağmur çiseliyordu. Ne mavi ne siyah, bohem bir grilik yapışmıştı sanki gökyüzüne. Böyle havalar yazar olmak ya da ressam filan olmak için birebir diye içinden geçiren Kamil, kitap yazacak mecali ve yeteneği olmadığından kendini sokaklara atmayı tercih etti. Yazar olamayacak bile olsa iyi bir okuyucu ve gözlemciydi. “Gidip dışarıda neler oluyor bir bakalım” diye düşündü…
Evden çıktığında soğuk rüzgarı yüzünde hissetti. “Oh” dedi. “İşte bu, yaşıyorum…” aptalca bir tebessüm belirdi suratında ve nereye gideceğini bilmeden adımlamaya başladı. Yürürken yerinden çıkan kaldırım taşlarından birine basması sonucu henüz yeni aldığı pantolonuna sıçrayan çamura bile aldırış etmiyordu. Umarsızdı Kamil, bilmiyordu sebebini…
Geçen hafta karşılaştığı esmer, yeşil gözlü kızla tekrar karşılaşabilmek umuduyla hızlı o köhne bara yürüyordu. Barın önüne geldiğinde durdu, uzun bir süre kapının önünde bekledi. “Umarım oradadır” diye geçirdi içinden, Freud insanın bir şeyi çok isterse olabileceğini izah ediyordu, Freud yanılmamalıydı…
Kamil kapıyı açtı, içeri girdi. Küçük İrlanda barındaki tüm tabureler boştu. İki üç masada da muhtemel yeni sevgililer oturup, ucuz şarap içiyorlardı.
“Hay sokayım Freud'una salak” diye söylendi Kamil. Ama iş işten geçmişti. Artık bara girmişti. Çaresiz bar taburesine yerleşti. Geçen hafta geldiğinde karşılaştığı o esmer kızın oturduğu tabureye oturdu. Yerini benimsemişti. “Bir bira versene” diye seslendi barmene; “Tombulllardan mı vereyim abi?” diye sordu barmen. “Lan oğlum fark etmez işte” dedi Kamil. Gerçekten de fark etmedi.
Önüne gelen biradan aldığı ilk yudumla sıcak bir gülümseme yayıldı suratına. Barın hopörlerinden Leonard Cohen'in sesi yükseliyordu. Cohen, Kamil'in en sevdiği şarkıyı söylüyordu;
I’m your men diyordu Cohen;
Eğer boksör istersen
Ringe senin için adım atabilirim
Eğer bir doktor istersen
Senin her santimini muayene edebilirim
Eğer bir şoför istersen
İçlere tırmanabilirim… diyordu…
Tatlı tatlı güldü Kamil, sigarasını yakıp arkasına yaslandı. Esmer kızı anımsadı. Barmene doğru döndü; bir bira daha versene dedi…

Everybody Knows

Everybody Knows diyordu Leonard Cohen. “Herkes bilir iyilerin kaybettiğini, herkes bilir zarların hileli olduğunu, fakirler fakir, zenginler zengin kalır, herkes bilir” diye mırıldanıyordu. Cohen'in tatlı sert bir şamarı andıran bu şarkısına kulak kesilen Kamil, oturduğu yerde doğruldu ve güçlü bir şekilde esnedi. Sanki bazı şeylere yeni uyanmış da fark etmiş gibiydi.
Cohen haklıydı herkes biliyordu, her şeyi biliyordu. Herkes başının belada olduğunun bilincindeydi. Fakat bilmezlikten geliyor, insanlık tarihinde görülmediği kadar tüm insanlar salağa yatıyor ve büyük bir aptalı oynamayı tercih ediyorlardı. Böyle yapmak onları bildikleri şeylerden uzaklaştırıyor ve gerçeklik sanki oracıkta yokmuş gibi hafifletiyordu. “İnsanlar ne kadar da aptal” diye söylendi Kamil ve oturduğu koltuktan ayağa kalkarak bir de ayakta esnedi. Cohen şarkıyı bitirdi. Kamil duş almanın iyi bir fikir olacağına kanaat getirdi. Bildiği tüm gerçeklikler ve fark ettiği tüm detaylar yerini işe yetişebilme telaşına bırakmıştı. Bunu da fark etti Kamil, okkalı bir küfür savurdu dört duvarla çevrilmiş basit mahpusluğuna…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi