Delta varyantı ve Türkiye'de son durum

SON günlerde aşılanan insan sayısı verilerek abartılarak Covid-19 pandemisinde neredeyse sona gelindi algıları yaratılıyor. Üstelik biz hep yineliyoruz küresel bir sorunla karşı karşıyayız, eğer küresel bir yanıt veremezsek bu sorunu çözme olanağımız olmayacak. Dolayısıyla DSÖ’nün o ünlü sloganı var ya ‘herkes güvende olmadıkça hiç kimse güvende değil’ yaklaşımının bu pandemi sırasında samimiyetle sahiplenilmesi gerekir. Ancak bugünkü durumda hem de bunu hiç yapmaması gereken Sağlık Bakanlığı "Salgın bitti" algısı yapıyor.

Türkiye vakalarını düşüremiyor. Bir önceki haftayı günlük 6 bin 600 olguyla kapatmıştık, geçen haftayı 6100 olguyla kapattık. Bir platoda olduğumuzu ifade edebilirim. Hani kıyaslamak açısından söylersek Fransa geçen hafta bizimle benzer olgu sayısındaydı, bu hafta günlük 4 bin vakaya kadar düştüler. Almanya 2 bin küsüra kadar düştü. Hatta Fransa düşüş nedeniyle açık havada maske takmamaya izin verdi. Bu Türkiye’deki düşememe ve plato çizme hali aktif vakalarda biraz daha çarpıcı. Örneğin 1 Haziran’da Türkiye’de 84 bini aşan bir aktif vakamız vardı. 11 Haziran’da hafif bir düşme ile aktif vaka sayısı 77 bine kadar geriledi ama 11 Haziran’dan sonra aktif vakamız artıyor; son olarak ise 83 bin küsur aktif vakayla geçirdik

Bu yanlış algının toplumu yeni bir felaketin yeni ve çok daha güçlü pandeminin ta ortasına atacağını sanki bilmiyorlar. Tekrar edelim. Türkiye henüz salgını kontrol altına alamadı Uluslararası ölçütlere göre bizim Türkiye’de salgının kontrol altında alındığından söz edebilmemiz için günlük vaka sayısının 1200’ün altına düşmesi lazım. Oysa görünen noktada 6 bin vaka civarında takıldık kaldık, 5 binin altına indirme hedefi bile hükümetin henüz gerçekleşebilmiş değil.

Maske mesafe ve temizlik

Bu arada delta varyantının Türkiye’deki varlığı konusundaki bilgilerimiz çok sınırlı. Üstelik Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı haftalık yeni olgu görülme sıklığına baktığımızda bazı illerde -ki bunların sayısı 10’un üzerinde- hafif de olsa artış eğilimi var. Türkiye’nin her tarafında aynı eğilimin karşımızda olmadığını da söylemek gerekir. Başından beri söylüyoruz, bu pandemiye iki güçlü yanıt vermek mümkün, ikisi bir arada olduğunda yanıtın gücü de artıyor. Birincisi aşı, ikincisi ise fiziksel mesafenin korunması, havalandırma ve kişisel hijyenin sağlanması, maske takılması gibi önlemler. Şimdi aşıyla ilgili Türkiye de günlük 1 milyonu aşan çok sevindirici haberler geliyor. Ancak orada da bir eşitsizliğin varlığına işaret etmemiz gerekir. Örneğin toplam yapılan doz sayısı 37 milyonun üstünde , bunu Türkiye nüfusuna oranlarsak bu yüzde 44,6 civarında bir orana denk düşüyor ama iller arasındaki eşitsizliğe bakalım;

İzmir'de yüzde 57

Bu oran İzmir’de yüzde 57’nin üstündeyken Şırnak’ta yüzde 13. Daha net anlaşılsın diye asıl korumanın ikinci dozdan sonra olduğunu düşünecek olursak Türkiye’de iki doz aşısı yapılmış yurttaşların nüfusa oranı yüzde 16,8. Bu oran İzmir’de yüzde 22’ye yakın ama Şırnak’ta yalnızca yüzde 4, Şanlıurfa’da 4,8, Hakkari’de 4,6, Diyarbakır’da 7,1. Tabii bu sözünü ettiğim illerdeki nüfusun görece, İzmir’e göre örneğin daha genç nüfus olmasının da oranlarda bir etkisi var ama genel olarak bakıldığında artık 35 yaşlara kadar aşı vurulma randevularının açıldığını düşünecek olursak doğu ile batı arasında aşı yapma oranlarında da çok büyük bir eşitsizlik olduğu açık.

Kontrol altında değil

Bu koşullarda Türkiye henüz salgını kontrol altına alabilmiş değil. Özellikle endişe verici varyantların ne durumda olduğuna ilişkin bir izleme sürecinin de aktif olarak yürütülememesi yüzünden bizi ne beklediği konusunda bazı soru işaretleri olduğunu dinleyicilerle paylaşmak zorundayız.

Türkiye'de 4 varyantta var

DSÖ en son raporunda alfa, beta, gama ve delta olarak 4 varyantın dünyadaki yayılımını bir kere daha paylaştı: Türkiye’de dördü de mevcut. Delta varyantının alt soy analizi Türkiye’de yapılamıyor. Bu arada DSÖ yeni bir ilgi çeken varyant ekledi 7. varyant olarak, lambda ismiyle ilk kez Peru’da saptanan. Bunların içerisindeki delta ve kapa varyantları -ki ikisi de Hindistan’da ilk görüldü- kritik öneme haiz. Çünkü E484K dediğimiz mutasyona sahipler, yani aşıdan kaçabilme olanağı var. Yapılmış araştırmalar mRNA aşılarının -Türkiye’de kullanıldığı itibariyle Pfizer Biontech aşısının- iki doz yapılması halinde hastalığı yüzde 80’e yakın koruduğu yolunda. Biliyorsunuz yüzde 95-97’lerdeydi aslında Pfizer Biontech aşısının koruması. 2 doz yapılması halinde bile etkinlikte bir azalma mevcut ne yazık ki. Öte yandan Rusya ve Birleşik Krallık kimi risk grupları için aşıları zorunlu hale getirmeyi tartışıyor. Örneğin Birleşik Krallık hasta bakım hizmeti sunacak insanlar için aşı olmayı zorunlu hale getirmeye çalışıyor. Başka türlü önleyemeyeceğine dair birtakım ipuçları var. Bu vesileyle önceki günün Dünya Ev İşçileri Günü olduğunu hatırlatmak isterim ve Ev İşçileri Dayanışma Sendikası’nın hani “biz toz bezi değiliz, insanız” çığlığını duymak gerekli. Çünkü ev işçileri bu pandemi döneminde bir yılı aşkın süredir eve kapatıldılar, hemen hemen hiç dışarı çıkmalarına izin verilmedi. En önemlisi, herhalde daha ciddi bir sorun var; kayıt dışı bir sektörde ağırlıkla çalıştıkları için ve Türkiye’de de aşı Sosyal Güvenlik Kurumu kaydına ait insanlar için açıldığı için kayıt dışı sektörde çalışanlar aşıya erişimden yaştan bağımsız olarak konuşursak zorlanıyorlar. Kayıt dışı derken şunu kastediyoruz. Kişi çalışıyor ama Sosyal Güvenlik Kurumu’na bağlı değil.

Kayıtdışı cenneti Türkiye

Örneğin evlere temizliğe giden bir kadını düşünün, oradan bir para alıyor ama sosyal güvenlik sistemi içerisinde kayıtlı olmadığı için genel sağlık sigortası kapsamında da görünmüyor. Dolayısıyla kayıt dışı insanların bir kere Türkiye’deki oranına bakalım, istihdam edilenler içerisinde maalesef ki kayıt dışı oranının çok yüksek olduğu bir ülkedeyiz. Yaklaşık 1/3, yani her 3 kişiden biri kayıt dışı istihdamda. İşsizleri bir kenara koyuyorum, çalışamayanları bir kenara koyuyorum. Dolayısıyla Sağlık Bakanlığı’nın SGK kapsamında olanlara randevuya açma kararının hiçbir bilimsel arka planı yok. Burada randevuyu açmak -eğer aynı anda bütün topluma açılamayacak durumdaysak ki aşı sınırlığı yüzünden öyle görünüyor- risk grupları temelinde yapılması gereken bir şey. Yani kayıt dışı çalışan birisi kronik hastalığı varken aşıya ulaşamaz durumda, ama SGK kapsamında çalışan herhangi bir kronik hastalığı olmayan birisi kolaylıkla aşıya ulaşıyor. Bu gerçekten kabul edilemez, bilimsel açıdan hiçbir şekilde açıklaması söz konusu değildir. Neden Sağlık Bakanlığı’nın böyle bir karar aldığını da anlamak mümkün değil. Çünkü aşı bu ülkede yaşayan yurttaşlar ve yurttaşlar dışında bu ülkeyi birlikte paylaştığımız örneğin sığınmacılar ve bütün insanlar için bir hak olarak sağlanmalı.

Varyantlarda durum nedir

Varyantlara gelirsek önce iki iyi haberle başlayalım istiyoruz. Biri İsrail’den; İsrail biliyorsunuz bir süre önce açık havada maskesiz dolaşmaya izin vermişti, şimdi kapalı alanlarda da maskesiz dolaşmaya izin hakkı tanıdı. Çünkü vaka sayıları 19 gibi çok düşük bir noktaya ulaştı. Benzer bir şekilde New York’tan da iyi haber geldi; aşılama oranları %50’yi aştığı için toplu taşıma, sağlık kurumları veya hapishane gibi alanlar dışında onlar da hemen hemen tümüyle kısıtlamaları kaldırdı. Bu olumlu adımların temel nedeni aşı elbette. Bugün itibariyle dünyada 2,5 milyara yakın insan aşılandı, bunun 700 küsur milyonu tam koruma altında.

Ama tabii ki büyük bir eşitsizlik halinde, herkes İsrail ve New York’taki yurttaşlar gibi şanslı değil. Bu eşitsizliğe aynı zamanda bu hafta sonu itibariyle İlerici Enternasyonal’in yapacağı bir toplantıyla da dikkat çekilecek. Biliyorsunuz Noam Chomsky’nin ‘ya enternasyonal ya yok oluş’ sloganıyla ilk toplantısını yapmıştı İlerici Enternasyonal. Hafta sonu da Vietnam’dan Küba’ya, ABD’den, Kanada’dan Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya kadar STK’lar aktivist ve kamu alanında bir dönem çalışmış bürokratlarla bu dünyadaki eşitsizliği tartışacak ve bir kere daha ‘patente hayır’ diyecek.

Türkiye verilerine bakarsak

Bu vesileyle biraz Türkiye verilerini de tartışmak istiyoruz. Türkiye’de aşılama 37 milyonu dün akşam itibariyle aştı. 14 küsur milyon 2 doz aşıya da ulaşabilmiş yani tam koruma altında. Aşılama konusundaki son 3 gündeki olağanüstü hızlanma, 1 milyon barajını aşan hızlanma gerçekten sağlık çalışanlarının ne kadar özverili olabildiğini, eğer aşı varsa bu ülkede aşı karşıtlığının ciddiye alınabilecek bir süreç olmadığını gösteriyor. Elbette bu durum insana, keşke yaklaşık 5 aydır sürdürdüğümüz aşılama sürecinde bu aşılara daha önce ulaşabilseydik bugün bambaşka bir noktada olabilirdik dedirtiyor. Öte yandan sadece aşıya takılıp kalmamak lazım. Çünkü dünyada da Türkiye’de başka birtakım kıpırtılar var, biraz bu kıpırtılar üzerinde yorum yapmak istiyoruz.

Dünyada yüzde 12 azaldı

Örneğin 15 Haziran’da DSÖ’nün yayınladığı raporda global olarak vakalar %12 oranında azaldı ama her yerde aynı oranda değil. Avrupa’da birazcık daha fazla azalıyor ama örneğin Afrika’da örneğin vakalarda yüzde 44 oranında, ölümlerde yüzde 20 oranında artış var son bir haftada. Dünyanın ilk 3’ü 4’ü pek değişmiyor uzunca bir süredir: Hindistan ve Brezilya birinci ve ikinci. Üçüncü Arjantin ve Kolombiya.

İngiltere ve Rusya'ya dikkat

Ama Avrupa’da ilginç değişiklikler var: İlk sıraya Rusya oturdu vakalarda %31’lik bir artışla. Artış nedeni olarak iki noktaya dikkat çekiliyor; biri aşılamadaki yavaşlık, ikincisi de bir Moskova varyantından bahsedilmeye başlandı. İkinci sırada ise Birleşik Krallık var, vakalarda %52 oranında artışla. Krallık geçen haftayı 6689 günlük vakayla tamamladı. Delta varyantı bunun temel nedeni. Türkiye ise ne yazık ki Avrupa üçüncüsü. Türkiye vakalarını düşüremiyor. Bir önceki haftayı günlük 6600 olguyla kapatmıştık, geçen haftayı 6100 olguyla kapattık. Bir platoda olduğumuzu ifade edebilirim. Hani kıyaslamak açısından söylersek Fransa geçen hafta bizimle benzer olgu sayısındaydı, bu hafta günlük 4 bin vakaya kadar düştüler. Almanya 2 bin küsura kadar düştü. Hatta Fransa düşüş nedeniyle açık havada maske takmamaya izin verdi. Bu Türkiye’deki düşememe ve plato çizme hali aktif vakalarda biraz daha çarpıcı. Örneğin 1 Haziran’da Türkiye’de 84 bini aşan bir aktif vakamız vardı. 11 Haziran’da hafif bir düşme ile aktif vaka sayısı 77 bine kadar geriledi ama 11 Haziran’dan sonra aktif vakamız artıyor; dünü 83 bin küsur aktif vakayla geçirdik. Böyle bir tabloya bakarsan -plato çizmeye başladık, 6 bin bareminde kaldık, aktif vakalarda hafif bir artış var, Türkiye’deki varyantların ne olduğunu bilmiyoruz, evet aşılamada hızlıyız ama henüz sadece 15 milyonumuz tam koruma altında.

Salgın kontrolümüzde değil!

Türkiye henüz salgını kontrol altına alamadı. Uluslararası ölçütlere göre bizim Türkiye’de salgının kontrol altında alındığından söz edebilmemiz için günlük vaka sayısının 1200’ün altına düşmesi lazım. 6 bin civarında takıldık kaldık, 5 binin altına indirme hedefi bile hükümetin henüz gerçekleşebilmiş değil. Bu arada delta varyantının Türkiye’deki varlığı konusundaki bilgilerimiz çok sınırlı. Üstelik Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı haftalık yeni olgu görülme sıklığına baktığımızda bazı illerde -ki bunların sayısı 10’un üzerinde hafif de olsa artış eğilimi var.

AŞILAMADA

EŞİTİSİZLİK

Örneğin toplam yapılan doz sayısı 37 milyonun üstünde bunu Türkiye nüfusuna oranlarsak bu yüzde 44,6 civarında bir orana denk düşüyor ama iller arasındaki eşitsizliğe bakın bu oran İzmir’de yüzde 57’nin üstündeyken Şırnak’ta yüzde 13. Daha net anlaşılsın diye asıl korumanın ikinci dozdan sonra olduğunu düşünecek olursak Türkiye’de iki doz aşısı yapılmış yurttaşların nüfusa oranı yüzde 16,8. Bu oran İzmir’de yüzde 22’ye yakın ama Şırnak’ta yalnızca yüzde 4, Şanlıurfa’da 4,8, Hakkari’de 4,6, Diyarbakır’da 7,1. Tabii bu sözünü ettiğim illerdeki nüfusun görece, İzmir’e göre örneğin daha genç nüfus olmasının da oranlarda bir etkisi var ama genel olarak bakıldığında artık 35 yaşlara kadar aşı vurulma randevularının açıldığını düşünecek olursak doğu ile batı arasında aşı yapma oranlarında da çok büyük bir eşitsizlik olduğu açık. Bu koşullarda Türkiye henüz salgını kontrol altına alabilmiş değil. Özellikle endişe verici varyantların ne durumda olduğuna ilişkin bir izleme sürecinin de aktif olarak yürütülememesi yüzünden bizi ne beklediği konusunda bazı soru işaretleri olduğunu paylaşmak zorundayız.

EĞİTİM SINIFTA KALDI

Bu arada yarın karneler verildi. Bu ülkede karneleri Milli Eğitim Bakanlığı’na ve milli eğitime versek geçer not alır mıydı acaba. Bence sınıfta kalırdı. Kaldı hatta çakıldı bu yıl. Bunu bence bir de öğrencilere sormak lazım, anne babalara sormak lazım, ben onlardan da geçerli not alacaklarını düşünmüyorum. Ama söz okullara gelince bizim Sağlık Bakanı da çok doğru bir şekilde ifade etti, yani “eğer bir kapanma olacaksa en son okulları kapamak, bir açılma olacaksa ilk önce okulları açmak gerekir” diye. Çok doğru bir bakış açısı. Ancak maalesef bunların sözde kaldığına tanıklık ediyoruz. Hiç olmazsa bundan sonrası için, biliyorsun 13 Eylül diye bir tarih açıklandı okulların açılmasıyla ilgili, 13 Eylül’e kadar hemen yarından başlayarak okulların açılması ve açık tutulabilmesi için bir eylem planının hazırlanması ve ivedi olarak yürürlüğe konması gerekir Osman. Yoksa 13 Eylül geldiğinde tekrar “kusura bakmayın” dememeliyiz. Bunun için de okulların özellikle eğitime hazır hale getirilebileceği bir düzenlemeye ihtiyaç var. Dünyada bunun değişik örnekleri var, örneğin sen de biliyorsun UNICEF okulların yeniden açılmasıyla ilgili çok kapsamlı öneriler içeren bir rapor da sundu. Orada çocukların ulaşımından başlayarak okula gitmelerine kadar, okuldaki havalandırmadan öğretmenlerin aşılanmasına, sürekli olarak test yapılmasından maske kullanılmasının özelliğine, fiziksel mesafenin korunmasına kadar yüz yüze eğitimi güvenli olarak sürdürmeye dönük birtakım öneriler var.

Türkiye'de eğitim zor

Ancak maalesef ki Türkiye çocukların okullara yürüyerek ya da bisikletle gidebileceği bir eğitim sistemine sahip değil. Ancak dünya bunun örnekleriyle dolu. Üstelik özellikle ilkokul ve okul öncesi eğitimdeki çocukların okullarının açık olmasının pandemiye olumsuz bir etkisinin olmadığına ilişkin çok sayıda araştırma da var. Burada temel mesele öğretmenler ve bütün emekçilerin aşılanması, okulların güvenli hale getirilmesine ilişkin havalandırma stratejilerinin belirlenmesi. Örneğin belli aralıklarla camların ve kapıların açık tutulması, bazı yerlerde birkaç örnek üzerinden örneğin karbondioksit monitörleriyle yapılacak simülasyon sonuçlarına göre bir sınıfta kaç öğrencinin ne kadar süre kalması gerektiğine ilişkin çalışmaların yürütülmesi gibi bazı teknik çalışmaların ardından bir düzenleme yapılması kolaylıkla sağlanabilir. Bu arada üniversite öğrencilerini ve üniversite eğitimini de göz ardı etmeyelim. Gerçekten yüz yüze olmayan bir eğitimin özellikle etkileşim yaratmaması yüzünden gerçek bir eğitim olmadığını tıp fakülteleri gibi usta-çırak ilişkisi gerektiren yerlerde ise bir zorunluluk olduğunu anımsatalım. O yüzden üniversiteler içinde düzenlemelere hemen bugünden başlamak gerekir.

SAFSATALAR

VE SALGIN

Hastalanmayı bin kat, ağır hastalanmayı ve hastaneye yatmayı, ölümü on binlerce kat azalttıkları, yeterli düzeyde aşılamaya ulaşıldıkça toplumsal yaşamın rahatladığı kanıtlarla gösterilmektedir. Aşılarla ilgili yürütülmesi gereken tek tartışma herkese eşit ve hızlı dağıtımın nasıl yapılacağı olmalıdır. En öğrenmek istemediğimiz şu gerçekle baş başayız. “Benim sağlığım, herkesin yapacaklarına , herkesin sağlığı benim yapacaklarıma bağlı. Ancak hemen salgın başladığında, insanların ülkelerini yönetmek için yaptıkları seçimlerinden biliyorduk ki çoğunluk, toplumsal bir ortak yaşamın gerekleri olarak etik ve adil bir düzeni kapsayan bir değer sistemini istemiyordu. Ülkeleri kendine özgü yöntemler ile ”kişisel” olarak yönetecek , kendine hayran, kendine hayran olanlara hayran “narsist “ kişileri seçerek, istedikleri dünyaya dair arzularını yansıtıyorlardı. Nasılsa, insan türü olarak dünyayı fethetmiştik ve öyleyse şimdi aramızda krallıklar kurup tüm evrene hükmedebilirdik. Dünyada olanlara baktığımızda, pek çok ülkede seçilmişler salgını, kişisel gücünü artırmak için aracı kılmaya çalışırken, en duyarlı ve kırılgan olanları, toplum düzenini omuzlarında taşıyan en çok çalışanları , yokluk ve yoksunluk içindekileri, kendileri de “muktedir” olabilmek umuduyla kendilerini seçmiş olan duygudaşlık yoksunları ile baş başa bırakıyordu. Distopik bir film karesi gibi, kaderlerimiz birbirlerine zincirlerle bağlıydı ve zincirin kilidi de anahtarı da yalnızca kendini düşünmek ve “efendi” olmak isteyenlerin elindeydi. Oysa yalnızca kendimizi korumak için değil , başkalarını da korumak için maske takmak ve aşı olmak zorundaydık çünkü dünyadaki tek bir hasta kişinin bile yeniden salgını sürdürmeye yeteceğini ya da tekrar başlatabileceğini biliyorduk.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Oktay Apaydın Arşivi