ABD kendi kendini yiyor

ABD kendi kendini yiyor
Yaklaşık iki yıl önce, ABD ile tüm seviyelerde “tek sesle” konuştuklarını söyleyen Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ABD yönetimindeki dağınıklığa atıfta bulunarak “Henry Kissinger’ın şakasıydı zannedersem. ‘Avrupa’yı aramak istesem kimi arayayım?’ derdi. Şimdi ABD’de Avrupa’nın numarası var. Sorma sırası bizde: Washington’u aramak istediğimizde kimi arayalım?”

Yaklaşık iki yıl önce, ABD ile tüm seviyelerde “tek sesle” konuştuklarını söyleyen Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ABD yönetimindeki dağınıklığa atıfta bulunarak “Henry Kissinger’ın şakasıydı zannedersem. ‘Avrupa’yı aramak istesem kimi arayayım?’ derdi. Şimdi ABD’de Avrupa’nın numarası var. Sorma sırası bizde: Washington’u aramak istediğimizde kimi arayalım?”
Amerika’nın düştüğü hali çok net bir şekilde özetleyen bu ironi, haliyle birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Bunların başında ise şu dört soru geliyor: ABD’de neler oluyor? ABD’yi aslında kim ya da kimler yönetiyor? ABD nereye, nasıl bir geleceğe doğru sürükleniyor? Dünya üzerinde sahip olduğu gücü Roma ile karşılaştırılan ve bu bağlamda “neo-Roma” olarak da adlandırılan ABD miadını doldurdu mu?
Normal şartlarda ABD’deki güç merkezleri arasında yaşanan görüş ayrılıkları ve bunlar arasındaki rekabet sistemi daha güçlü kılarken, bugün bu dinamikler arasında yaşananlar bir güç mücadelesi/kavgası olarak görülüyor ve sistemin çöküş sürecine geçişiyle eşdeğer bulunuyor.
Bu sorulara verilecek cevap, aynı zamanda dünyadaki yeni uluslararası sistemin inşa sürecinin geleceği (ve elbette Türkiye) boyutuyla da önemli. Ne de olsa ABD’nin yaşadığı her bir kriz, kaçınılmaz olarak (sahip olduğu niteliğe/boyuta göre) bölgesel ya da küresel bir kriz doğurma kapasitesine sahip. ABD sonrası dünyanın nasıl bir hal alacağı sorusunun halen cevap bulamamış olması burada önemli. Zira tarihin kaydettiği en güçlü ve en özgün imparatorluk olan ABD’nin dağılmasını ya da çökmesini, Sovyetler örneği ile bir tutmak pek mümkün  görünmüyor.
Claude Julien’in Amerikan İmparatorluğu kitabında yer alan “Amerika, sınırları belli klasik imparatorlukların yerini almış, sınırları belirsiz yeni bir imparatorluktur” cümlesi, bu bağlamda çok derin anlamlar ifade ediyor. ABD imparatorluğunun sınırlarının belirsizliği, kendisinden sonrası nasıl bir dünyanın şekillenebileceğiyle ilgili tahminleri de zorlaştırıyor. Bu belirsizlik, hiç kuşkusuz sadece Amerika dışındakileri değil, Amerikalıların bizzat kendisini de derin bir endişeye sevk ediyor. Nitekim yukarıda zikredilen soruları sadece ABD dışındakiler kendilerine sormuyor; başta bu sürecin müsebbibi ya da (en iyimser ifadeyle) hızlandırıcısı konumunda olan Neo-Conlar ve onların arka planında yer alan müesses nizam (establishment) olmak üzere, ABD içindeki farklı dinamikler bu ve benzeri çok sayıda soruyu kendilerine soruyor ve bir cevap arıyorlar.
Karşısındaki blok güçlendikçe ve manevra alanı daraldıkça ABD hem agresifleşiyor hem de buna nasıl bir tepki vereceğini tam olarak kestiremiyor. Çünkü böylesi bir olasılığı öngörmediği gibi, kaybetmeye dair bir tecrübesi de yok.
ABD içindeki sistem çatışması/krizi de zaten büyük ölçüde bunun bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Burada dikkat çeken mevzu, normal şartlarda ABD’deki güç merkezleri arasında yaşanan görüş ayrılıkları ve bunlar arasındaki rekabet, sistemi daha güçlü kılarken, bugün bu dinamikler arasında yaşananlar bir güç mücadelesi/kavgası olarak görülüyor ve sistemin çöküş sürecine geçişiyle eşdeğer bulunuyor. Beyaz Saray merkezli yaşanan gelişmelerin uzun bir süredir Bizans saraylarındaki entrikalarla/komplolarla özdeşleştirilmeye başlanmış olması da belki bundan kaynaklanıyor.
Beyaz Saray mı, “Bizans Sarayı” mı?
ABD’nin başlatmış olduğu kontrollü kaos stratejisinde yaşanılan olumsuzluklar, ABD iç siyasetini ve dinamiklerini de derinden etkilemeye başlamış durumda. ABD siyaseti, güvenlik bürokrasisi ve düşünürleri/entelektüelleri arasında yaşanan, Amerikan demokrasisinin öz denetleme kapasitesine ve karar alıcıların akılcı yaklaşımlarına güveni derinden sarsmaya başlayan görüş ayrılıkları ve çatışmaların temelinde de bu husus yatıyor.
Özellikle Suriye iç savaşı, İran, Rusya ve Türkiye merkezli yaklaşımlar ile İsrail (Büyük İsrail Projesi-Evanjelizm) boyutu, hatta AB ve NATO ile ilişkilerde yaşanan gerilimler, ABD’deki siyaset ve kurumlar arasındaki derin yönetim krizini ortaya çıkaran bir turnusol kâğıdı vazifesi görmüş durumda. Bu kesimlerden biri ABD’nin 11 Eylül sonrası uygulamaya koyduğu politikaların devam ettirilmesinden yana tavır koyarken diğer kesim bu politikanın/anlayışın ABD’nin sonunu getireceğini düşünüyor ve bir an önce politika değişikliğine gidilmesini istiyor. Birincisi askeri güçle her şeyi yapabileceğine ve bu bağlamda ABD’nin bir küresel imparatorluk olduğuna inanırken, diğer kesim ABD’nin kendi gücüne ve yeni dünya gerçeklerine uygun bir politika izleyerek hâkim güç statüsünü devam ettirebileceğini     savunuyor...
[Yazısını alıntıladığım; Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.