İlk buluşma

Ağustos çekip gitmekte, Eylül geliyor paldır küldür. Vakitlerden bir yaz akşamı. Dördüncü şişe tombul Efes biramı içip iyi şeyler olmasını umuyor ve karanlıkları dağıtacak bir ay ışığı özlemiyle yanıp tutuşuyorum. Eski Kampana'de çalışan çocuklar; “Bugün de dertlisin abi” diyorlar. “He” deyip geçiştiriyorum onları. Etrafımda neşe içinde kimseler var. Gülüyorlar, sohbet ediyorlar, oldukça neşeli görünüyorlar. Belki de çok mutsuzlar kimbilir. Hemen çaprazımda gözünü telefonundan almayan uzun saçlı ve yeşil gözlü bir kadın var. Sanırım sevgisiyle falan kavga ediyor olmalı. Ben mi? Ben de işte... Dedim ya dördüncü şişe biramı içip etrafı seyrediyorum. Bir süre sonra çok anlamsız gelmeye başladı her biri. İnsanlar, suretler. Hiçbiri ilgimi çekmiyor. İnsan kendi hikayesini okumalı, kendi hikayesini yazmalı, kendi hikayesini yaşamalı...

Beşinci şişe biramı isterken; telefonumun bildirim ışığı yandı.

“Naber, napıyorsun?” diye mesaj atmış.

“İyiyim bebek. Sen napıyorsun?” diye yanıtladım. Dikkat ettiniz mi sadece nabere cevap verdim, ne yapıyorsana vermedim. Çünkü bira içiyorum desem kızardı. “Bugün de mi içiyorsun?” diye sorardı. Ve ben mahcup bir emoji atıp, “maalesef” derdim. Bu olsun istemediğim için sadece “iyiyim” demiştim. Cevap geldi sonra;

“Hiç evdeyim ben de. Oturuyorum öyle...”

“Gelsene buraya” diye yazdım bu defa. Niye yazdım bilmiyorum. Gelmesini çok istiyordum onu biliyorum. Ama beni bu halde görmesini istiyormuydum. Hayır. Yani böyle çakırkeyf ve Charles Bukowski olmaya 5 kala görmesini gerçekten de istiyormuydum... Tabii ki istemiyordum. Ama artık Sartre'ın da dediği gibi; İş işten geçti...

“Geleyim de neredesin” diye soruyordu bana. Konum attım sonra. “Tamam taksiyle geleceğim. Bir saate görüşürüz” dedi. Ben öylece telefona baktım. Telefon da bana.

“Ne yaptın oğlum ya” diye hayıflanıyor iç sesim. Tamam sarhoş değildim ama bana göre değildim. Diğer herkese göre muhtemel sarhoş, çakırkeyf ve serserinin teki olabilirdim. Sonra içimdeki yaramaz çocuk susturdu uslu çocuğu. “Amaaan. Ne olacak. Doğallık iyidir” dedi. Başımı sallayıp onayladım onu. Kendi kendime konuştuğum bu deli hallerimi uzaktan gören İzel geldi sonra. Garson kız.

“Anıl abi iyi misin?”

“İyiyim fıstık. Sen bana bir bira daha versene.”

“Emin misin abi bak.”

“Kız, sen ver.”

Dudağını büzüp gitti. Bira getirmeye mi hicap duyuyordu sahiden sağlığımı mı düşünüyordu yoksa kendi mutsuzluğunun bir yüz ifadesi mi emin değildim. Ama şimdi çitlembiği düşünemezdim.

O geliyordu...

Bir yirmi – yirmi beş dakika geçti. Birazdan burada olurdu. Çitlembiğin getirdiği biradan esaslı bir yudum alıp, tuvalete gittim.

Aynada kendime baktım. Yakışıklı görünmeliydim. Ama hayır! Tipsizdim işte. Saçlarımı ıslattım biraz. Yüzümü yıkadım. Göbeğimi içeri çektim ama ıhhhh. Yok yani. Neyse olmuştan ve olacaktan kaçılmazdı...

Telefon çaldı sonra.

“Geldim ben” diyordu. “Terasa çık” dedim.

Yukarı çıktığında hemen gördüm onu. Beyaz teniyle birlikte karanlıkta ışıldıyordu. Düz uzun saçları vardı. “Merhaba” dedi hafifçe gülerek. “Hoşgeldin otursana” dedim.

Karşıma geçti. Nasılsın diye sordum.

“İyi” dedi. Sonra hafif içerlemiş;

“İçiyorsun” dedi bu defa. Hiçbir şey demedim.

Kola sipariş etti kendine.

Ben de bir bira daha.

Mekandan konuştuk. İşte sürekli gelip gittiğimden. Yalnızlıktan. Geçmişten, gelecekten. Birçok şeyden konuştuk.

Nihayetinde birkaç saat sonra...

Yanıbaşında oturuyordum. Kollarım uzanıyordu omzuna. Utangaç, mahcup ve ne yapacağını bilemeyen bir hali vardı. Benimse kendiden emin. Ustalaşmış ve esaslı bir halim.

Ellerini tutup teşekkür ettiğimde, sıktı ellerimi. “Ne demek” dedi. Ne demek... Fakat her güzel şeyin bir sonu var. Sabah erkenden işe gitmesi gerekiyordu.

“Taksiye kadar bırakayım seni” dedim.

“Olur” dedi.

Birlikte durağa kadar yürüdük. Ve o bir taksiye bindi. Ben eğilip camdan bakıp “Varınca ara” dedim. Gülümseyerek tabii dedi. Ve gitti...

Karanlıkta kaybolan sarı taksiye bakıp ben de gülümsedim.

Ne güzel bir ilkti.

Ve son olmayacaktı.

Aydınlık'ta günler

İzmir'de Aydınlık Gazetesi'nin Ege bürosunda çalıştığım günler. Vakitlerden bir Kasım sabahı. Havaya baktım günlük güneşlik. Deniz yanıbaşımda. Ben sahil boyunda öylece oturmuş simit kaşar yiyorum. Telefon geldi sonra. "Acil Bornova'ya geç" dediler. Bilmem kim bilmem ne meydanında basın açıklaması yapacakmış. 21-22 yaşında falandım. "Ehhh aman ya salla" demeye çok uygun yaşlar. "Ehh salla" dedim zaten. Alsancak'ta kordonboyu'nda denizle epey haşır neşir bir yerde oturmuş yaşamaktan keyif alıyordum. Hemen bir sigara yaktım. Ne yapacağımı düşündüm. "Gitmiyorum lan Bornova'ya zaten para verdikleri bile yok" diye söylendim kendi kendime. Kalktım sonra yerimden. Az ötedeki tekelden soğuk birkaç şişe bira alıp, aşıkların üzerine isimlerini yazdığı ahşap ve yaşlı bankıma geri dönüp oturdum. Telefon çalıyordu yine. "Şarjım bitmek üzere ben size haber veririm" deyip kapattım telefonu. Bir türkü mırıldanmaya başladım sonra. Gülümsedim. Biramdan soğuk esaslı bir yudum aldım. Talihliydim ve hemen karşımdan saçları rüzgarda savrulan süt beyaz tenli, mavi gözlü bir kız geçiyordu...

Orhan Veli geldi sonra aklıma;

"Beni bu güzel havalar mahvetti,

Böyle havada istifa ettim;

Evkaftaki memuriyetimden..."

Aklıma yattı sonra bu iş. Bir esaslı yudum daha aldım biramdan. Bir sahici duman daha çektim sigaramdan. Mavi gözlü kız tekrar geçti sonra önümden. Sahiden de AYDINLIK'ta idim...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi