Ziya Şakir Yılmaz

Ziya Şakir Yılmaz

İşinize katlanmayın, işinizi katlayın! (4)

Size üç haftadır işinize katlanmanın sebeplerini, psikolojisini, süreçlerini ve çıkış yollarını paylaşıyorum. Bu konu normalde geçen hafta tamamlanacaktı, fakat mevzuumuz sadece katlanmak değil, katlama da olunca, yazı da kendini çoğalttı doğrusu.
Öyle ise bu metnimizi katlamaya ayırabiliriz.

 

Böyle bir dinamikle 5 yaşımda tanıştım. Gürsel abim bana bir satranç takımı hediye etmişti. Yunus Emre’nin “Neye bakarsan kendi yüzündür, kimde ne görürsen kendi özündür” sözünün hayat bulduğu bir andı, çünkü ben bu takımın bir oyuncak olduğunu sanmıştım.
Bugün de bu gözle baktığımı söyleyebilirim; diğerlerinden farkı mı? Bu oyuncağın insanı büyütmesi, stratejik düşünmesini sağlaması ve zaman yaratmasıdır derim.

Satranç takımına heyecanla bakıp, taşlarıyla tek tek oynayıp; atla, fille kendimce bir hayvanat bahçesi var ederken Gürsel abim, gel sana bunun hikâyesini anlatayım dedi. Ve o günlerde anlayacağım bir dil ile bana şu efsaneyi nakletti.

* * *

Rivayet odur ki bundan yaklaşık 1,500 yıl evvel Hindistan’da topraklarını genişletmek için savaşmayı seven bir kral varmış. En akla gelmez taktikler üreten, kimi zaman kurnazlıklar yapan, kazanmak adına her yolu deneyen bu kralın en büyük zaafı yaşanılanlardan halkı adına ders çıkaramaması imiş. Zira onca kayıp, onca yoksulluk, onca acı ve komşularla iyi geçinememenin ortaya çıkardığı siyasi zarara, hiçbir surette alınan topraklarlar merhem olamamaktaymış. İsyan edemeyen, ettiğinde ömrünü zindanlarda çürütmek zorunda kalan halk, çareyi yörenin en saygın kimselerinden yüce bilgede görmüş olacaklar ki, kralı savaşma sevdasından vazgeçirebilmek için bir de ona danışmayı uygun bulmuşlar.
Bilgenin de ülkesinde yaşanılan trajedinin farkında ve hatta durumun iyileştirilmesine dair zihninde bir plan da yürütmekte imiş. Halkla sohbetinden birkaç gün sonra kralla bir araya gelmek istediğini sarayın yakın çevresine iletmiş. Kral, bilgeyi pek severmiş, ziyaretinden memnuniyet duyacağını belirterek görüşme talebini kabul etmiş. Bir araya geldiklerinde, bilge krala hediyesini takdim etmiş. Saray görevlileri kutunun içinde zehirli bir yılan olma ihtimaline karşın hamle yaptıkları sırada, kral eliyle durmalarını işaret etmiş. Ve armağanı bizzat kabul ederek, bilgeye ne denli güvendiğini, değer verdiğini göstermiş.

 

Kutuda birbirinden farklı taşları gören kralın yüzündeki tebessüm, onları beğendiğinin de bir göstergesi olmuş ve fakat bunların bir anlamı olup olmadığını da sormuş. Bilge, bunun bir satranç takımı olduğunu belirtmiş ve şöyle devam etmiş…
“Sevgili kralım, siz savaşmayı, savaş planları yapmayı pek sevmektesiniz. Bunu sadece halkımız değil, dünya da biliyor. Size getirdiğim bu hediye hem savaşma arzunuzu pekiştirecek hem de taktiklerinizin daha sağlam, daha güçlü, daha etkin olabilmeleri için size katkı sağlayacaktır” demiş. Bu sözleri duyan kralın hem keyfi hem de merakı biraz daha artmış.

“Bu ufak taşlar sizin askerleriniz. İki tane atlı birliğiniz ve iki tane de filli askerleriniz var. Yine aynı şekilde iki tane savaş arabanız var (kaleyi anlatıyor). Ve siz de bu oyunda şahsınız! Yanınızda başyardımcınız vezir olacak. Gördüğünüz tahtanın üzerinde karşınızdaki düşmanla savaşacaksınız! Bu oyun bazen günler, bazen haftalar, bazen de aylar sürebilir. Stratejisi güçlü olan, bir taşı hareket ettirirken on, on ikinci hamleyi de kafasında oynayabilen kazanacaktır.”

Satranca dair merakı giderek artan kral, kendisine her şeyi öğretmesi için bilgeyi yanında tutmak istemiş, sarayda ona bir yıl boyunca kalabileceği yer ve ihtiyaçlarını giderebileceği imkân vermiş ancak bilge bu özel teklifi kibarlıkla geri çevirince, kral, ondan, her gün saraya gelip oyunu öğretmesini ve karşılıklı oynama sözünü almış.

* * *

Sevgili okur; bilgenin bu hediyeyi verirken, krala satranç için sarf ettiği “daha iyi savaşacaksınız” söyleminin altında işgaller kastedilmemektedir. Bilakis kral, savaşma enerjisini oyun üzerine yönlendirip, zekâ seviyesini de yükselttikçe, söz konusu kan dökmelerin azalması ve umulur ki bitmesi sağlanacaktır.
Yoksa kralın huzuruna çıkıp “savaşmak iyi değildir, halk perişandır, bırakmalısın” ve benzeri sözler söylemek hiç de akıl kârı değildir. Böyle bir durumda zindanlara atılmak kaçınılmaz olacaktır.

 

* * *

Birkaç ay geçmiş… Bilge, her gün saraya gidip kralla satranç oynayıp evine dönüyor, halk ise savaşsız geçen bu günlerin ne denli kıymetli olduğunu bildiğinden bilgeye dualar ediyormuş.
Yine bir gün, sohbet sırasında kral, bilgeye dönüp, kendisine böyle bir oyunu hediye ettiği, oyunun bilgisini paylaştığı ve rakip olma şerefini gösterdiği için bilgeye teşekkür etmiş. Doğrusu kralın böyle bir inceliğine daha önce kimse rastlamamış. Mahcup bir edayla teşekkürü kabul eden bilge, satranç oyununun ve sohbetlerin krala nasıl da iyi yansıdığını bu nezaketinde net görebilmiş. Kral, bir karşılık olarak değil, içinden geldiği için bilgeye, kendisinden ne kadar altın istediğini sormuş. Maddi şeylerde gözü olmayan bilge, kralın sağlıklı olmasının, halkın huzur içinde yaşamasının kendisi için bir hediye olacağını söylese de bir kez daha ne kadar altın istediği sorulunca, bu kararlı duruş karşısında, sadece buğday istediğini dile getirmiş.

Buğdayı duyan kral gülümseyip, “vereceğim altınla kilolarca satın alabileceğini” söylemiş. Bilge ise “Sevgili kralım, masada duran satranç tahtası 64 kare. Siz, bana; ilk kareye bir buğday, ikincisine iki, üçüncü kareye dört, dördüncüsüne sekiz ve sonra
hep böyle iki misli olacak şekilde her kareyi doldurmaya yetecek kadar buğday verin yeter” demiş.

Günlerdir bilgenin birikimlerinden faydalanan, satrançta akıl çapının geliştiğinin ve üzerinde bir iyilik halinin farkında olan kral, altın teklifi karşısında, her bir kareye birkaç buğday tanesi isteyen bilgenin bambaşka bir oyun içinde olduğunu sezmiş ve bu oyundan neler öğrenebileceğinin merakı ve heyecanıyla tamam, cevabını vermiş.

Sarayın adamları emri yerine getirmek için çalışmalara başlamış.
- Birinci karede 1 buğday

- İkinci karede 2 buğday

- Üçüncü karede 4 buğday

- Dördüncü karede 8 buğday

- Beşinci karede 16 buğday

- Altıncı karede 32 buğday

- Yedinci karede 64 buğday

- Sekizinci karede 128 buğday

- Dokuzuncu karede 256 buğday

- Onuncu karede 512 buğday

- On birinci karede 1,024 buğday

Çalışanlar bin adet buğdayın yaklaşık 30 gram geleceğini varsayarak bir çuval buğday verip konuyu kapatmayı düşünseler de saymayı sürdürmüşler.

- On ikinci karede 2,048 buğday

- On üçüncü karede 4,096 buğday

- On dördüncü karede 8,192 buğday

- On beşinci karede 16,384 buğday

Daha yarım kilo bile etmedi” diye kendi içlerinde mırıldanmaya başlamışlar…

- Yirminci karede 524,288 buğday

- Otuzuncu karede 536,870,912 buğdayın on altı tona denk geldiğini fark ettiklerinde şaşkınlıktan dona kalmışlar.
- Kırkıncı karede 549.755.813.888 buğday
Basit bir hesaplamayla ellinci karenin 562,949,953,421,312 buğdaya (16,9 milyon ton) tekabül edeceğini görmüşler. İçlerinden biri bu miktarın Hindistan’daki buğday üretiminden daha fazla olduğunu söylemiş. Bir diğeri ise son kısımda yani 64. karede 9,223,372,036,854,775,808 buğday edeceğini hesap etmiş (276 milyar ton). Hiçbiri bu kadar buğdayın bilgeye verileceğine inanmadığı gibi, bilgenin ülkeden sürüleceğine de kanaat getirmiş.

* * *

Sevgili okur, elbette gerçekler efsaneler üzerinden hesap edilmezler. Masallar bize hayatı başka dilde söylemenin yollarından bir tanesidir. Ancak yine de öyküdeki sayıları günümüz üzerinden de karşılaştırırsak eğer 2020 yılında tüm dünyada 760 milyon ton buğday üretildiğini hatırlatmak isterim. Bilgenin payına düşen, dünya ölçeğinde 364 yıl boyunca üretilebilecek miktara denk gelmektedir.

Bu hesabı duyan kral, bilgenin zekâsına bir kez daha hayran kalmış ve yüce bilgeye olan saygısı kat be kat artmış.

* * *

Evet sevgili okur, sadece 64 karede 1’den başlayan katlama son karede 9,223,372,036,854,775,808 sayısına erişmiş. Bu nasıl muazzam bir katlamadır hiç düşündünüz mü?
İşte yapmamız gereken tam da budur. Katlama sağlamak!

Yakın dostlarım benim çalışkan biri olduğumu söylerler. Ben de onlara tahminen “günde kaç saat çalıştığımı” sorarım.

Genelde “8-10 saat” diye cevap verirler.

Hayır” derim.

15 mi?. Yoksa 18 mi?”

Başımı hayır manasında sallarım.

20 saat mi yoksa?” diye sorarlar bu defa.

Yok artık 24 saat mi? diye devam ederler.

Daha fazla meraklandırmamak için “24 saatten biraz daha fazla” diye esprili bir yanıt verdiğimde artık pes ederler. Çünkü bir günde 24 saatin üzerinde çalışılamayacağına dair kök bir inanç geliştirmiştirler. Oysa ben bir günde (şimdilik) sadece 3,500 saat çalıştığımı söylediğimde şaşkınlıklarını sizin de görmenizi isterim.

İşle ilgili şaka yapmadığımı bildiklerinden bunun nasıl mümkün olabildiğini öğrenmek isterler. Kimisi hesap makinelerini açıp, 3,500 saati günlük mesai süresi olan sekize böler ve kendilerinin neredeyse 2 yıllık mesailerine denk geldiğine akıl erdiremez.

Evet, tıpkı o dostlarım gibi siz de gelecek haftayı beklerseniz, bir günde yirmi dört saatten fazla nasıl çalışılabilir bunun sırlarını kaleme alacağım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ziya Şakir Yılmaz Arşivi