Kadıköy

“Kadıköy'de buluşalım mı? Gerçi sana biraz uzak ama...” dedi. Ne fark ederdi. Kadıköy'de, Feriköy'de, Firüzköy'de veya Ataköy'de. Mühim olan buluşmayı teklif etmesiydi. O mağrur ve çok bilmiş kadın işte şimdi yelkenlerini suya indirmiş, maharetli kelimelerin ardındaki benle tanışmak istiyor...

“Ah evet Anıl ben,

Biliyorum Suna ben de...”

Yok yok bu çok saçma bir tanışma hali olur. Zaten ismimi biliyor. Normalde hiç de ne demem lazım, nasıl yaklaşmam lazım diye düşünmem ama; Suna adı gibi pek hoş bir kız olduğundan olacak her ayrıntıyı düşünüyor zihnim.

“Demek Kadıköy'de buluşalım diyorsun” dedim o'na. Bir kere daha emin olmak adına. Serap görmediğimi kanıksamak, sahiden de benimle buluşmayı istediğini anlamak için;

“Evet dedim ya ya...” dedi.

“Tamam, tamam. Kadıköy'de nerede buluşacağız?” diye sordum.

“Atatürk heykelini biliyorsun değil mi sahildeki?”

Hımmm sahilde bir Atatürk heykeli. Kadıköy sahilde. Kadıköy'de o kadar çok Atatürk var ki. Neyse diye düşündüm. Belki de en belirgin olan Atatürk heykelini ben bilmiyorumdur. Mutlaka birisi buluşma yeridir, belki daha meşhurdur...”

Sonra sordum. Genelde Kadıköy'de buluşanlar Boğa'da falan buluşur malum. Neden Atatürk heykeli yani?

“Bizim bir farkımız olsun istedim. İleride daha farklı anlatalım hikayemizi...” dedi.

O cümleye öylece bakakaldım. Picasso'nun bir tablosunu izler gibi. Güzel bir şarkıyı dinler gibi, öylece bakakaldım. Şayet o cümlenin bir bedeni olsaydı alır bağrıma basar, tutar çokça sever, okşardım... Ama tabii bunu o'na çaktırmadım. Eriyip bittiğimi bilmemeli. Hem ben şeker değilim ki yani. Üstelik kadınlar güçlü erkekleri severler. Her neyse.

“Tamam. Atatürk heykelinin önünde saat öğle 3'te” dedim.

“Hay, hay” dedi...

Ertesi gün uyandım. Kahvemi içiyorum. Saat sabahın 8'i. 3'e epey çok var. Hava yağmurlu. Bir yandan da “Kadıköy'de amma uzak ha” diye tekrarlıyorum kendimi. Bu Avcılar'dan taşınmam lazım diye düşünüyorum. Akrep yelkovan ilerliyor. Saatler geçiyor ve ben aynanın karşısında gömleğimi giyerken aynada sanki o'nunla konuşuyormuş gibi konuşuyorum;

“Ah bu ne güzellik.

Doğrusu bu kadar güzel baktığını tahmin ediyordum.

Sanırım bu güne değin gördüğüm en güzel kadın...”

Amaannn dedim sonra. Hep iltifat edecek değilim ya. Başka şeyler de çalıştım aynada; Temel fıkrası anlattım ama komik olmadı. Aptal görünmek istemiyordum. En iyisi doğallıktı hem. Sonra aynadaki ben hatırlattı; “kendin ol oğlum ya, kasma” doğru diyorsun dedim.

Ve çoktan yola koyulmuştum. Metrobüs ilerliyor ben ise gönül seferine çıktığım yolda gözlerimi dinlendiriyordum. Kadıköy'e geldiğimde saat 3'e 20 vardı. Sahile kadar yürümek zor olacağı için ve işimi de garantiye almak istediğim için taksiye bindim...

Nereye diye sordu.

“Buradaki en meşhur Atatürk heykeli nerede” dedim.

“Valla burada her yer heykel abi. Sen nasıl bir heykel baktın” dedi.

“Bilmiyorum ki. Sen beni sahilde bir Atatürk heykeli önünde bırak bari” diye rica ettim. Hay hay dedi. Kısa yolculuğumuz esnasında sordu; “Buraların yabancısısın galiba...” Evet diye yanıtladım o'nu Avcılar'dan geliyorum... Gülümsedi. “Ankara daha yakın abi” diye. He dedim he. Bu espri de ne bayatladı anlatamam.

Neyse sahil kenarında durduk. İndim. Karşımda heybetli bir Atatürk heykeli var. Çevresinde çocuklar paten falan kayıyor. Heykelin önünde durdum. Saat 3'e 5 var. 5 dakika sonra Suna'yı aradım. “İki dakikaya oradayım” dedi.

“Vayy” işte oluyordu. Sesiyle ve kelimeleriyle hemhal olup beni benden alan kadın bana doğru geliyordu...

Yaklaştığında o'nu hemen tanıdım. Kısa boyu, alımlı bakışları ve gülümsemesiyle öylece karşımda duruyordu. Elimi uzattım. Belki tokalaşıp merhabalaşacağız diye düşünüyorum ama sarıldı... Sarıldım ben de. Doğrusu da buydu. El miydik biz... Tamam ilk defa görüşüyorduk ama aylardır da konuşuyorduk.

Yolda yürürken çok eksik görünüyordum. Elini mi tutsam, koluna mı girsem. Yoksa bunların hepsi için çok mu erken. Evet, evet erken diye konuşuyorum kendi kendime. En iyisi ellerimi cebime sokup yanında yürüyeyim. Öyle de yaptım.

“Eeee nereye gidiyoruz?” dedim.

“Leman Kültür'e oturalım” dedi. Hay, hay dedim. Ve Leman Kültür'ün o ayak üstü, telaşlı, etrafında gelip geçenlerin hiç bitmediği yoğun atmosferinde öylece o'na bakıp, o'nu dinliyordum. Başka hiçbir şey ilgimi çekmiyordu.

Birkaç gece önce işe gitmek için servis beklerken mahalleden birilerinin ettiği kavgayı anlatıyordu, sonra iş yerinde geçen zamanını, sonra ailesinden falan bahsediyordu. Ve ben o an ne dediğimden dahi bihaber öylece bira içip; gözlerinin içine bakıyor, onay cümleleriyle yanıtlıyordum o'nu...

Leman Kültür gelip geçici bir yerdi bizim için. “Isınma turu” da diyebiliriz. Biraz ısındıktan sonra kalkalım mı dedi. Tabii dedim. Tekrar yürümeye başladık. Artık sesimiz daha gür çıkıyor, daha sık gülümsüyoruz ve daha candanız...

“Zeytin'e gidelim mi?” diye sordu.

Zeytin hakkında bir fikrim yoktu. Doğrusunu isterseniz hiçbir şey hakkında bir fikrim yoktu. O'ndan başka. Ve geri kalan her şey teferruattı benim için. “Tabii” dedim...

Zeytin'e girdik. Hafifçe başınızı eğip giriyorsunuz mekana, kafanızı tavana çarpmamak için. Sonra kuytu ahşap bir zeminden geçiyorsunuz. “Küçücük” sandığınız yer biraz ilerledikten sonra ardından kocamaaaan bir bahçe saklıyor diye görüyorsunuz. O taşlı bahçede bir masaya oturduk. Hava biraz soğuk sayılır. Biralarımızı söyleyip içmeye başladığımızda, “biraz üşüdüğünü” söylüyor. Ve daha sıcak bir masanın civarında alıyoruz soluğu.

Sıcak, sarhoşluk ve o şahane bakışları. O anlatıyor ben dinliyorum. Sanki Zeki Müren şahane bir şarkı söylüyormuş gibi. Sanki bir melek cennetten haber müjdeliyor gibi. Gözlerini görmeliydiniz; nasıl da yakıp geçiyor insanın içini. Dudaklarıma kederli bir sigara koyduğumda; gözlerine baktığımda kendiliğinden yanacağını sanırdım...

“Ben sigara içmiyorum. Ama içerken bazen içiyorum” dedi.

“Hımmm” dedim.

Gözlerime baktı derin derin, gülümsedi. Paketten bir sigara çıkarıp; yakar mısın diye sordu. Şimdi alev alıyordu işte ortalık, büyük bir yangının ortasındaydım. Tanrı'm... Buranın sokakları da dar. İtfaiyenin gelmesi epey zaman alacak...

Ardarda içtiğimiz biralar ve biraz hoşluk çöktüğünde üstümüze saatine baktı, “çok geç olmadan kalkalım mı...” diye sordu. İşte hayatın gerçeği. Her güzel şeyin bir sonu vardı mutlaka. “Olur” dedim. O telefonla konuşmak için önden çıktı ben peşinden...

Ya biraz kafası güzel olmuştu ya da çakır olmuştu. Çantasını unutmuştu masada ve atkısını da. Mekandan çıkarken onları elime alıp ardımda sakladım. Gözlerinin içine baktım. Gülüyordu. Uzattım elimdekileri; “alsana bunları saf” dedim. Gülümsedi. Başını sağa sola salladı, kendinden bihaber gibi.

Elini tuttum. “Yürü” dedim. “Gidiyoruz...” Saatlerce önce elini tutsam mı diye düşündüğüm kadının şimdi elini tutuyordum ve kol kola yürüyorduk. Otobüslere doğru ilerlerken geçtiğimiz bir sokakta kaldırıma oturmuş klarnet çalıyordu bir adam.

“Sever misin” diye sordu.

“Seninle geçirdiğim her zamanı sevecek gibiyim” dedim.

“O zaman gel” deyip klarnet çalan adamın az ötesinde kaldırıma oturdu. Tanrı'm deliydi bu kız. Deli, hayat dolu, ama şahane... Hemen yanına yerleştim. Adam klarnet çaldı biz dinledik. Bazen de eşlik ettik. Klarnet çalan adama daha çok birileri para versin diye yoldan geçen iki sevgili dans etmeye başladı... Kadın bize seslendi; “çifte kumrular siz de öyle boş durmayın” diye..

Suna'ya döndüm.

“Çifte kumrular dedi duydun mu?” dedim.

Gülümsedi ...

Gece eve gitmesi için o'nu otobüse bıraktığımda, öylece gülüyordu gözleri. Ne güzel bir geceydi. Talihliydin oğlum Anıl. Kimbilir yarın bugünden de güzel olacaktı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi