Kemal Kılıçdaroğlu ile niye uğraşıyorlar?

Kemal Kılıçdaroğlu.

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı.

Seversiniz, sevmezsiniz. O sizin bileceğiniz iş. Ama medeni toplumların bir gereği olarak saygı duyarsınız. Duymalısınız. Bu konuda düşünecek pek bir şey yok.

Hepsinden öte; Kemal Kılıçdaroğlu'nun başına gelenler peki... Sevgisizliğin, saygısızlığın katmerlenip gün gün büyüdüğü Türkiye'de Kılıçdaroğlu'nun başına neler gelmedi ki? Hatta öyle ki herhalde son yıllarda Türkiye siyasetinde bu kadar bahtsız başka bir politikacı daha yoktur.

Şehit cenazelerinde önüne mermiler bıraktılar. Televizyon ekranlarında çıkıp bizzat canıyla tehdit ettiler. Artvin'e giderken terör örgütü PKK tarafından suaikaste maruz bıraktılar. Ankara Çubuk'ta yine bir şehidin cenazesinde birilerinin “öfkeli kalabalık” dediği ne iduğu belirsiz çevrelerce linç etmek istediler. Yüzüne yumruk mu atmadılar, sırtına tekme mi atmadılar. Neler neleeer...

Ne oldu peki o esnada? Emin olun Türkiye'de kendisinin oyunu aldığı 10-12 milyon seçmen evlerinde oturup sinirden dişlerini sıkarak izledi olup bitenleri. Kemal Kılıçdaroğlu bütün bu hengamelerin her birinde fitili ateşlemeyi başarabilirdi. Hatta kendi partililerini sokağa çağırabilirdi. Ama o ne yaptı?

“Eline, diline, beline sahip ol” öğretisine sahip çıktı. Kimseyi hedef göstermedi, nefret söylemleri kullanmadı. Sakinliğiyle, siyasi ve kişisel olgunluğuyla saldırıyı yapanları adalete havale edip, işini yapmaya devam etti.

70 yaşında Ankara'dan İstanbul'a adalet için yürüdü. Öyle veya böyle Türkiye siyasetine Ekrem İmamoğlu gibi bir isim kazandırdı. Senelerdir yapılamayanı yaptı ve CHP'ye İstanbul'u armağan etti. Millet İttifakı gibi iyi düşünülmüş ve stratejik hamlelelerle muhalefeti bir arada tutmayı başardı. Sadece İstanbul mu? Ankara'yı kazandı, Antalya'yı kazandı, İzmir'i kazandı, Adana'yı kazandı, Bolu'yu kazandı, Hatay'ı kazandı.... Hani bütün buraları kazanacağız dediğinde kendisine televizyonda gülen bir hanımefendi vardı ya; hepsinin yüzünü mosmor etti!

Sakinliğiyle, tevazuluğu ve başarılarıyla birlikte kendisini sevmeyen herkesin yüzünü mosmor etti! Ve yüzü mosmor olanların da hedefi haline geldi.

Mermiler, suikastler vs derken şimdi de mektuplar...

Oturun bakın Kemal Bey hala aynı tevazusunu korumayı sürdürüyor. İşini yapmaya devam ediyor. Zaten doğrusu da bu. Ve başlıkta sorduğumuz sorunun cevabı da bu. Saldırıyorlar çünkü; Kılıçdaroğlu'nun dikkatini, kontrolünü, disiplinini kaybetmesi demek muhalefetin ivme kaybetmesi demek. Kılıçdaroğlu'na saldırmak veya o'nu tehdit etmek demek aynı zamanda Türkiye'deki muhalefeti de tehdit etmek demek. Bütün bunların üzerine bir korku imparatorluğu inşa etmek demek.

Veya lafı uzatmayalım atalarımızın da en net tabiriyle;

Meyve veren ağaç taşlanır diyelim geçelim...

Cumartesi'ye öykü

Deli gibi bir yağmur yağıyor. Bütün kederimi, öfkemi, üzüntümü; içimde yanan ateşi söndürmek için canhıraş mücadele veren bir itfaiye hortumu sanki üzerime tutulmuşçasına; yağmur yağıyor. Yağmur damlaları deri ceketim üzerinden ölü sinekler gibi hızla yere düşüyor. Gömleğimin bağrı açık. Hızlı adımlarla yürüyorum. Yağmura rağmen, ıslanmama rağmen; yarın yokmuşçasına yürüyorum. Cebimde iki-üç liram var. Ne taksiye binebilirim, ne dolmuşa. O yüzden yürümekten başka çarem yok. Hem Ezgi'ye söz vermiştim. Saat 9'da evde olacaktım...

Hızlı hızlı yürüyordum işte; cehennemden kaçan bir günahkar gibi, bara koşan ayyaşlar gibi hızla yürüyordum. İnsanlar durakların içinde bekliyorlardı veya tabela altlarında durup yağmurun dinmesi için zaman geçiriyorlardı. Ben ise yürüyordum işte. Sert ve hızlı adımlarla yürüyordum. İnsanların bana baktığını hissediyordum. “Deli” diyorlardı belki veya “acelesi olmalı” diye düşünüyorlardı. Ne düşünürse düşünseler. Napolyon misali geçiyordum önlerinden. O korkaklar sağlı sollu kaldırımlarda tabela ve çardak altlarında beklerken ben yolun ortasında yağmuru, soğuğu ve ıssızlığı yara yara ilerliyordum. Zafer takı üstünde Paris'e giren bir Napolyon'dan farksızdım...

Yağmurdan korkan yığınları geride bıraktıktan sonra Ezgi'nin oturduğu evin sokağından içeri girdim. Telefonum çaldı.

Anıl.”

Geldim bebeğim. Sokağın başındayım.

Haaa. Ya ablam eniştemle kavga etmiş. Bana geliyormuş. Sen gelmesen diyecektim...”

Hadi ya.

Valla ya çok kötü oldu bu.”

Neyse tamam. Başka zaman gelirim. Görüşürüz.

Görüşürüz kendine dikkat et.”

Seni se...

Dıt dıt dıt...

Kapattı Ezgi. Hay ablasına da eniştesine de... Kavga edecek günü bulmuşlar. Telefonun ekranına baktım mal mal. Yağmur damlaları ekranın üzerine düşüyordu. Sanki telefonum ağlıyor gibiydi. Ben ağlıyor gibiydim. Hevesi kursağında kalmak ve hayal kırıklığı böyle bir şey olmalıydı...

Sokaktan gerisin geri döndüm. Yağmur hala deliler gibi yağmakta inatçı görünüyordu. Saçlarım sırılsıklam olmuştu. Ezgi'ye kavuşma ihtimali de ortadan kalkınca iyiden iyiye üşüdüğümü hissetmiştim. Az evvel Napolyon misali önlerinden geçtiğim yığına dönüp mahcup bir bakış attım.

Kaldırıma çıkıp aralarına sıkıştım. Şimdi yağmurun durmasını bekliyordum..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi