Olmamış aşkların kederi

Adriano Celentano dinliyorum. I want to know diye en içli şarkısını söylüyor. Bir İtalyan yakarışı. Sanki hüzünlü bir Eylül sabahı. Napoli sokaklarında başım önde eğik yürüyorum ve dudaklarımda ucuz bir sigara... Ama hayır! Bilakis. Napoli'nin çok çok uzağında Esenyurt'tayım. O beton, uçsuz bucaksız beton ve alabildiğine beton olan Esenyurt'ta. İlçe meydanında Hülya ile buluşacağım. Ah evet evet; çok hülyalı bir sabaha uyanmış olmam lazımdı bunu yapmak için ama işte bilirsiniz; aşk dostlarım! Kah Beşiktaş sahilinde kah Esenyurt meydanında anlamsız ve vakur bir direk misali ayakta bekletebilirdi sizi. Ben de bekleyecektim işte...

İşportacıları geçip, “kulaklık on tele, kulaklık on teleee” diye bağıran ısrarcı bir seyyar satıcıyı da geride bıraktıktan sonra üzerinde “İstanbul Büyükşehir Belediyesi” yazan bir banka oturdum. Kulağımda hala bir takım müzikler. Şu kulaklığı icat eden kimse mekanı cennet olmalıydı. Adriano Celantano; İtalyan güftelerini geride bırakmıştı. Şimdi kulaklarımda; Jamal Slitine... Hobbi Lak diye bir şarkı söylüyor. Kendisi Lübnanlı bir kadın. Hani kara kaş, kara göz. Ok gibi kirpikler, yay gibi kaşlar ahh Tanrı'm... Arapça nadir güzel şarkılardan. Üstelik Esenyurt'un doğasına da pek uygun...

Hülya'yı beklerken bu şarkılar bir yana bir de sigara yaktım. Sigara yakmak için paketi açtığımda içinde kalan sadece 4 dala hüzünle baksam da birini yaktım işte... Hava sıcak sayılırdı. Asfalttan hafif duman çıkar gibi ve etrafta işportacılar dışında benim gibi avare oturup, gezenler vardı. Bir süre sonra telefonumu çıkardım. Hülya'ya “Neredesin kızım” yazacaktım. Hak etmişti bunu. Fakat ondan önce Whatsapp'tan gelen bir mesajım vardı.

Ayşe yazmış;

“Bu akşam Kadıköy'de buluşalım mı?”

H....tir dedim içimden. Talihime bak. Kaderime bak. 1 gün önce yazsana be Ayşe. Yani şimdi Esenyurt meydanında olmak yerine; Caddebostan'da gökten denize yıldız düşürebilir, çimlerde his hisli uzanıp... Ah ah! Kötü kader. Yine olmaz falan demedim Ayşe'ye. Talih bu belli mi olurdu... Cevap vermedim. Tam Hülya'ya dönecektim ki;

Zakkadanak önüme zıpladı. “Anıııııııııl...” Kollarını açmış. Heyecanlı ve mutlu. Küçük bir kız çocuğu misali. Kadınların bu haline bitiyordum doğrusu. 40'ında bile olsalar her birinin böyle çocuksu tarafları vardı. Sevmek, sevilmek olunca söz konusu demek... Ne hasretsiz sevilmeye ki çocukluğumuzu yaşarız kırkımızda bile.

Ah Hülyacığım Hoş geldin...

“Asıl sen hoş geldin yaa. Çok bekletmedim dimi...”

Yooo dedim. Kulaklıklarımı çıkarıp; Müzik dinliyordum ben de öyle.

“Ha iyi bari. Ee hadi kalk gidelim.”

Hiçbir şeyden demeden kalktım. Nereye gideceğimiz hakkında pek bir fikrim yoktu. Etrafta bir bar veya pub görünmüyordu. Benim gibi serkeş ve serseri adamlar için kötü bir coğrafya... Ah şimdi Kadıköy'de olmak vardı.

“Yemek yiyelim mi?”

Yemek mi... Haaa olur, olur yeriz.

“O zaman benim şu köşede bildiğim çok iyi bir pideci var oraya gidelim.”

Gidelim, gidelim tabii.

Şu hale bak. Bu ben miydim. Bir kadınla buluşup pideciye giden adam. Bin yıl düşünsem aklıma – hayalime gelmez. Bu Hülyacığım gerçekten fazla anaç ve sevimli görünüyordu. Güzel kadındı. Yeşil gözleri vardı. Uzun siyah saçları. İnce uzun parmakları, ince bir beli. Ve gerdanında tatlı bir beni... Çok güzeldi ama hayır; Tahammül edebileceğim biri değildi.

“Gömleğinin yakası mı bozulmuş senin?”

Yaaa öyle mi olmuş.

“Dur ben hallederim” deyip yolun ortasında önüme geçip iki bilemediniz üç dakika gömlek yakamı düzeltmeye çalıştı.

Hadi artık pideciye gidelim dedim.

“Çok mu acıktın” diye sordu. Aslında aç bile değildim. Sadece bu salakça durumdan bir an önce kurtulmak istiyordum. Sorun neydi bilmiyordum. Kendimi ait hissetmediğim bir yerdeydim ve Hülya diğer kadınlar gibi değildi. Bilmiş değildi, akıl vermiyordu. Küçük bir kız çocuğu gibiydi, fazla anaçtı, fazla iyiydi, fazla düzenliydi. Hayatta en sevdiğim şey deliliğimdi. O'nu benden alabilecek kadar aklı başında bir kızdı bu. Resmen tuzağa düşürülmüştüm. Bir an önce pide yiyip gitmem lazımdı buradan.

Pideciye girdik sonra. Girişte garsonlar Hülya'ya, “Hoşgeldin abla” dediler. Demek hep buraya geliyordu. “Çok popülersin burada” dedim. Yaaa sağ olsunlar severler beni diye yanıtladı. Hayatlarımıza bak taban tabana zıt. Beni barlar – meyhanelerde tanırlar Hülya'yı pidecide. Bu işin oluru olamazdı.

Masalarımıza oturduktan sonra ben bir kaşarlı pide istedim. Hülya kuşbaşılı. Hatta benimde kuşbaşılı pide yemem için epey ısrar etti ama reddettim. Çünkü şeytan aklımda mesaiye başlamıştı. Ağzımın et – soğan vs kokmasını istemiyordum. Gözümü karartmıştım. Kadıköy'e gidecektim...

Pidelerimizi yerken sordu Hülya;

“Sen niye bu yaşa kadar evlenmedin Anıl?”

Bu yaşa kadar mı? Diye düşündüm içimden. 30 yaşındayım yahu ben. Otuz yani... Ama tartışmayacaktım.

Kısmet olmadı dedim.

“Çok üzücü. Ben de evlenecektim ama erkek arkadaşım bir süre sonra fazla titiz olduğumu söyleyip beni terk etti.”

Hiç şaşırmamıştım erkek arkadaşının terk etmesine ama bunu o'na söylemedim tabii. Titiz derken nasıl titizsin?

“Yaa işte biraz sık temizlik yapıyorum. Uyuma modaya falan dikkat ediyorum. Öyle şeyler yani.”

Hımmm dedim. Bir an önce kaçmam lazımdı. Pideleri yedikten sonra ellerimi yıkamak için lavaboya kalktığım da hesabı da ödemiştim.

Masaya geri döndüğümde; bir arkadaşımdan acil bir telefon geldiğini, ciddi olmamakla beraber ufak bir trafik kazası geçirdiğini ve yanında olmam gerektiğini söyledim.

Epey üzülmüş görünüyordu. “Bana da haber ver mutlaka olur mu?” dedi defalarca ve ısrarla “Bir an önce git” deyiverdi.

Şeytanlığıma sağlık! Ah biz erkekler...

Yüzüme yerleştirdiğim yalancı-keder ve mutsuzluk eşliğinde veda ettim Hülya'ya. Esenyurt Meydanı'nını yara yara geçtim adeta. Ve yolun karşısından bir taksiye binip Avcılar Metrobüs dedim... Oradan da metrobüse binip Kadıköy'e kaçacaktım.

Yolda mesaj attım Ayşe'ye.

1 buçuk saate oradayım geliyorum.

Ve cevap geldi;

“Aaaaa çok geeç Anılcım. Senden cevap gelmeyince ben başkasıyla plan yaptım...”

Ohhh. Al sana oğlum Anıl. Hak etmiştin sen bunu...

Hak etmiştim ben bunu. Hülya'nın laneti tutmuştu. Taksiciye döndüm sonra tekrar. Avcılar metrobüs değil de sahil yoluna girelim dedim.

Saklıbahçe'nin önünde indim. İçeri girip barda tek başıma oturacak; üç – beş bira içip talihime üzülecektim.

Aşksız ve meteliksiz söylenip duracaktım sonra;

“Cep delik, cepken delik.
Don delik, mintan delik.
Yen delik, kaftan delik.
Kevgir misin be kardeşlik...”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi