Paris'ten sevgilerle...

Aklımın içinde çalıp duran Jacques Brel şarkıları sonunda galip gelmişti. Ces gens la dinlediğim bir günün sonunda işte şimdi Paris'teydim. Soğuk bir kış akşamı. Ayazın avucunda unutmuşum ellerimi. Kimsesiz ve ellerim soğuktan buz kesmiş yürüyorum. Hatta öyle ki gözlerim buz kesmiş soğuktan. Paris'te miyim yoksa Erzurum mu? Sahiden bu kadar soğuk mu olurdu Paris? Her neyse basbaya Paris'teydim işte. Jacques Brel gibi Charles Aznavour gibi konuşuyor herkes. Onların dilinde. Keşke daha eski yıllarda yaşasaydım. Kimbilir Balzac gibi konuşanları da görürdüm. Neyse, neyse. Bırakalım tembelliği. Soğuk iyice ilişmeden yüreğime otele gitmeliyim.

Lüksemburg Bahçesi'nin karşısında bir otel. İsmi Porte de Bercy. Ne talihli bir otel. Bilmiyor ki yetenekli ama talihsiz gelecek vaad eden şahane bir yazar odalarından birinde kalacak. Ucuz şarap içip sarhoş bitap hikayeler yazacak...

Taksiden indiğimde önce Lüksemburg Bahçesi'ne bakakaldım. Karanlığın ardına gizlenmiş yeşil, uzun uzun ağaçlar ve alabildiğine yeşil... Ağzımdan çıkan buharın hemen arkasında alabildiğine siyah ve yeşil. Beraber sarılmış öylece yatıyorlar. Tekrar döndüm ardıma ve Porte de Bercy'e girdim. Geceliği 30 euro. Fransızlar için küçük Tokatlılar için büyük para. Ama olsun... Isabel için değer buna. Sahi size Isabal'den bahsetmedim değil mi? Durun durun anlatacağım, önce bir yukarı çıkayım.

Çatı katı bir oda vermişler bana. Hani şu tavanı insanın başına değecek olanlardan. Tek kişilik bir yatak ve tuvalaet ile duş var. Tabii sınırsız internet ve bir de küçük mini bar. Daha ne olsun? Bir ayyaş için cennet böyle bir yer olmalı. Az metrekare, hiç insan ve bol şarap.

Dolaptan bir şişe şarap alıp valizimi olduğum yere bıraktım. İşte Porte de Bercy de ilk gecem. Lüksemburg Bahçesi'nin yeşil karanlığı hemen karşımda. Sigara yaktım sonra. Yol yorgunluğumu yakar gibi, telaşımı – hüznümü yakıp havada uçurur gibi üfledim dumanımı. Ve telefonumu çıkarıp Isabel'e mesaj attım.

Geldim ben...

“Sen tam bir delisin Anıl.”

Senin delin olduğuma dair iddiaya girebilirim.

“Kesin kazanırsın o iddiayı da. O yüzden iddaya giremem seninle.”

Ama yemek yersin değil mi?

“Elbette.”

Nerede?

“Yarın sabah buluşalım. Önce Cafe de Flore de bir kahve içelim.”

Tamam diye yanıtladım o'nu. Telefonu masaya bırakıp şarabım ve sigaramla yatağa geçtim. Tavanı seyrediyordum ama tavanın griliği değildi Isabel'in gözleri ve Paris'in soğuk gecesindeki sıcak ihtimaller seyrediyordu karşımda. Ah tanrım... O boynundan başlayıp sırtına doğru inen dövmesi ve göbek deliğindeki hızması. Sonra beni onaylamak için dönüp “vi” dediğinde dudağında beliren gamzesi... Ne kadındı ama...

Sabah olmuştu. Bir taksiye bindim otelin önünde. Cafe de Flore dedim. Gülümsedi taksici ben de gülümsedim. Kimbilir belki gömleğimi yanlış düğmelemiştim veya aşktan yüzüme yerleşen trajik sefaletime de gülüyor olabilirdi ama hayır bunlardan hiçbirine gülmüyormuş. Eliyle işaret etti Cafe de Flore'u. Yürü yürü işareti yapıyor... “Vi” dedim o'na Isabel'den daha kaba şekilde ve indim taksiden. Yürümeye başladım. Hızlıca yürüyordum. Isabel'i bekletmemeliyim. Cafe de Flore'a girdim. Talihliyim ki Isabel henüz gelmemiş.

Garson geldi ama...

Kadınlar bekletirdi ama garsonlar asla. Hayatın altın kuralı alacaklılar ve garsonlar asla beklemezdi. Ve tabii bir de giyim mağazalarındaki tezgahtarlar. Tanrı'm ne can sıkıcılar.

“Kahve alayım” dedim adama. Öylece kaldı kaşlarını kaldırdı.

“Cafe?”

Vi.

“Comment?” (Nasıl olsun)

Expresso.

Başını sallayıp gitti. Nihayet sipariş verebilmiştim. Bir sigara yakıp ardıma yaslandım. Etraftan yüzlerce insan geçiyordu. İstanbul'daki Sirkeci telaşını andıran bir telaş var etrafta. Esnaf, insanlar, öğrenciler, aşıklar, dilenciler, şarapçılar... Her birini seyrederken birden gözüm kamaştı. Ohhh... Gözüme güneş kaçtı diyecektim ama hayır. Gözüme Isabel ilişti. O süt beyaz teni, simsiyah kısa ve özenle taranmış saçları sonra bir öküzü devirmeye yetecek kudrete sahip masmavi gözleri...

Isabel ile İzmir'de tanışmıtık. Alsancak'ta sıcak bir yaz akşamı Kordon'da yürümüş. Denize gökten beraber yıldız düşürüp, bira içmiş ve çimlerin üzerinden öpüşmüştük. Babası Karşıyakalı emekli bir havacı asker. Annesi de Fransız...

İşte nihayet bana doğru geliyordu. Alsancak'taki o sıcaktan buğulanıp yanıbaşında eriyip bittiğim gecenin ardından şimdi Paris'te Cafe de Flore de onun bana gelişini izlerken buğulanıp gidiyordum, soğuğa rağmen...

Yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı.

“Bonjour benaute (Günaydın yakışıklı.)” deyip öptü yanağımdan.

Sana da günaydın. Dünyanın yaşayan en güzel kadını.

“Ahh Anıll. Sen ve şu romantikliğin.”

Seni karşımda görünce o'nu dizginlemem ne mümkün.

Gülümsedi öylece. Sanki o güldü tarifsiz ve tasvir edilemeyen cennet yanıbaşımda bitti öylece. Bir espresso da o istedi. Kahvelerimizi içerken gözlerine bakakalmıştım. Parmak uçlarım dudaklarında geziyordu ve arada bir elimi tutup öpüyordu; aşık, aşık.

“Hadi gidelim buradan” dedi sonra. Nereye demedim. Birlikte kalktım mekandan. Paris'te yürüyoruz. Çok iyi biliyorum ki Balzac bugünü görse benimle gurur duyardı. Sevgili Albert Camus kesin kıskanırdı. Isabel çok güzeldi çünkü. Ah Isabel.

Şimdi Sen Nehri'nin kıyısındayız. Soğuğa karşı çaremiz çok mümkün. Sarmaş dolaşız. Öylece sarılmışız birbirimize. Sen Nehri'nin kıyısında bir yer yere oturduk. Hava biraz esiyor. Isabel çantasından bir meyve şarabı ve sandviç çıkardı.

“Dışarıda para harcamamalısın Anıl.”

Sadece eğleneceğim değil evleneceğim de kadınsın Isabel.

“Garçon droler (komik çocuk seni)”

Senin yanıbaşında her gülümseme çok mümkün. Değil Alsancak'ta bir deniz kenarı değil Paris'te Sen Nehri'nin kıyısı. Cehennemde dahi olsak; senin yanında dünyanın en mutlu adamına evrilirim ben...

“Anııııııllllllll” dedi uzun uzun. Baktı gözlerime. Demiştim ya soğuğa karşı çaremiz çok diye. Öylece yapıştı dudakları dudaklarıma. Boynumda hissediyordum nefesini ve böğürtlen şarabı kokuyordu dudakları. Öpüşüyorduk. Mosmor olmuştu dudaklarımız böğürtlenden. Durduk sonra. Bakakaldık birbirimize.

Saat öğle 4'tü. Paris'te akşam olmak üzereydi. Ve biz Sen Nehri'nin kıyısında iki aşık kahkahalar bırakıyorduk batıp gitmek üzere olan güneşe...

Mikis Teodorakis çalıyorlardı bir yerlerde;

“Sen çaldıkça Teodorakis bir mor yağıyor üstüme,

Dudaklarım öpüşmekten mosmor...”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi