Rakamlar yeni dalgayı ve tsunamiyi gösteriyor

Bugün 14 Mart Tıp Bayramı, öncelikle Hipokrat yemini ederek her türlü sıkıntıya tehdide hatta ve hatta kimi zaman darp edilmeye öldürülmeye varan saldırılara maruz kalan sevgili Tıp doktorlarımıza kutlu olsun. Onca olumsuz tabloya rağmen "Hakkınız ödenmez" avazeleriyle methiyeler düzülen ama devletçe gerçekten hakları ödenmeyen; 24-36 saatlik nöbetlerle hastalarına hizmet etmeye devam eden sevgili hekimlerimize ne kadar teşekkür etsek azdır. Bugün içinde bulunduğumuz pandemide yaptıkları hizmetlerle amansız savaşı yılmadan devam ettiriyorlar. Siyasi iktidar bir yandan zorunlu normalleşmeye geçip diğer yandan hala sağlık çalışanlarının izin, ayrılık gibi yasal haklarına yasak getirirken bile kırılmadan halka hizmeti sürdürüyorlar.
 

Pandemi yönetimi yerine bir algı yönetimi var
Bakın Sağlık Bakanı İstanbul’daki vaka artışına dikkat çekti yine. Ben de güldüm. Gülmeye de devam edeceğim. “Hele durun” diyeceğim. Bu daha kontrollü normalleşme sonrası artış değil, daha o gelecek. Bekleyin. Ben size söyleyeyim, Bakanlığın ya da hükümetin yaptığı hiçbir açıklamayı kimse kale almaz artık. Günlük vakalar 15 bine dayandı. Yirmi güne kalmaz 40 binleri de görürüz. Acı gerçekler bunlar. Pandeminin 1.yılında Sağlık Bakanlığı'nı bir yıllık salgın sürecinde şeffaf olmaması ve eksik bilgi paylaşması konusunda özellikle TTB tarafından eleştirildi.Bunun hem topluma hem sağlık çalışanlarına yönelik bedelinin çok ağır olduğu vurgulandı. Bakanlığın Temmuz ayı sonu itibarıyla 'vaka' ve 'hasta' ayrımı yapmasını eleştiren TTB Başkanı Prof. Fincancı, "Sağlık Bakanı'nın bunu 'ulusal çıkar' diye savunduğunu gördük. Ulusal çıkarların da tümüyle ekonomik çıkarla ilişkili olduğunu biliyoruz. Normalleşme adı altında şu an gerçekleştirilenin de ekonomik çıkarın bir parçası olduğu muhakkak" dedi. Pandeminin başında "birinci basamak" olarak nitelendirdiği, doğru filyasyon uygulamasıyla sıfırıncı vakaya ulaşılması gerektiği konusunda hekimler birleşti.Salgını önlemek gerekiyordu, oluştuktan sonra tedavi etmek tabii ki gerekir ancak önce hastalığı önleyeceksiniz, hastalık olduğunda ve önleyemediğiniz koşullarda tedavi edeceksiniz. Biz birinci basamağı çökerttiğimiz için tedavi edici basamaklar olan 2. ve 3. basamaklarda yoğunluk arttı. Sadece salgın süreciyle değil, aynı zamanda tedaviye erişemeyen, diğer sağlık sorunları olan ancak sağlık kurumuna gidemeyen insanlarla da hekimler karşı karşıya kaldı.

 

Test sayısı gerçek tabloyu gösterecek düzeyde değil
"Pandemi yönetimi yerine bir algı yönetimi var" diyen Prof. Fincancı, günlük tabloda verilen test sayısının yetersiz olduğunu savunurken, "Test sayısı gerçek tabloyu gösterecek düzeyde değil. Temaslılar, sosyal yardıma ulaşamadığı için işlerini kaybetme kaygısını yaşıyor ve temaslı olduklarını yeterli düzeyde bildirmiyor. Bütün bu sorunlarla, sıfırıncı vakaya ulaşma konusunda sıkıntılar yaşanıyor" dedi. Sağlık Bakanlığı'nın günlük açıkladığı Koronavirüs verilerine güvenmediğini ifade eden Fincancı, "Test sayısı arttırıldığında, bu vaka sayılarının çok daha yüksek çıkacağı bir gerçek. Değerlendirme yaparken -bu sayılara güvenmediğimiz için- olabildiğince belediyelerden erişebildiğimiz ölüm sayılarıyla, fazladan ölüm sayılarını hesaplamaya gayret ediyoruz. Fazladan ölüm sayıları itibariyle baktığımızda da tabloda 30 bine ulaşıyor rakam ama bunun 3 katı bir rakamla karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Bunların tamamı doğrudan Covid-19'dan olmayabilir ama dolaylı olarak, sağlık hizmetine erişemediği için başka nedenlerle meydana gelmiş ölümleri de kabul etmek gerekiyor. Çünkü bu fazla ölümler doğrudan pandeminin yönetilememesinin bedelidir. Sahadan ulaştığımız verilerle bu rakamlara güvenmenin mümkün olmadığını sadece biz değil bütün Türkiye biliyor" diye konuştu

 

Pandeminin bir yılı: Bilimsel başarı, politik iflas
Covid pandemisinin ilanının üzerinden bir yıl geçti. İki yüz ülkede 120 milyon tanı konulmuş enfeksiyon, 2,5 milyondan fazla ölüm. Türkiye’de resmi rakamlarla 2 milyon 836 bin hasta, 29,300 ölüm. Bir yandan hastalığın yayılmaya devam etmesi, diğer yandan pandemiyle artan ekonomik sorunlar, geliştirilen aşılar ve aşı eşitsizliği tartışmaları. Covid-19 pandemisinin bir yılını “bilimsel başarı, politik iflas diye özetlemek mümkün.
Koronavirüs çok hızlı ve kolay yayılan bir virüs. Hızı ve yarattığı yıkımın yaygınlığı yüzünden daha çok 20. Yüzyıl başındaki İspanyol gribi ya da daha eski zamanların veba salgınlarına benzetiliyor. Bir farkla ki bu salgında adı geçen diğer salgınlara göre çok fazla şey biliyoruz. Hızla öğrendik, öğrendiklerimizi hızla yaygınlaştırdık, büyük bir kolektif olarak çözümler ürettik.

 

Pandemi ile geçen bir yıl
İlk olarak insandan insana bulaşma başladıktan sonra çok kısa bir süre içinde (büyük olasılıkla birkaç ay) farklı bir hastalıkla karşı karşıya olduğumuzdan kuşkulanmaya başladık. Bu kuşkular 31 Aralık 2019’da dünyaya duyuruldu. Yalnızca on gün içinde Çin’de bir laboratuvarda, hastalık etkeni yeni Koronavirüs izole edildi. Yeni virüsün genetik dizilimi 48 saat içinde dünyanın her tarafındaki bilim merkezleri ile paylaşıldı. Bu paylaşımdan 48 saat sonra Avrupa’da iki laboratuvar, bugün de hala kullandığımız PCR temelli tanı testini geliştirdi. Tarih 13 Ocak 2020 idi.
Şubat ayı bittiğinde Wuhan’daki ilk salgın sırasında tutulan ve dünyayla paylaşılan kayıtlar, filyasyon raporları ve Avrupa’daki ilk vakaların detaylı incelemesi sayesinde virüsün kuluçka süresi, belirtisi olmayan kişilerden, ya da belirtiler başlamadan önce bulaşma olduğu, hangi grupların daha çok etkilendiği, bulaşma yolları gibi çok değerli bilgilere sahiptik.
Koronavirüsün tanınmasından on ay sonra birbiri peşi sıra etkili birçok aşı geliştirildi ve Aralık ayı içinde kitlesel aşılamalar başladı.

 

Hükümetlerin öncelikleri farklıydı
Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) Uluslararası Halk Sağlığı Acil Durumu ilan ettiği 31 Ocak tarihinde salgının önünün nasıl alınacağını biliyorduk. İnsanların etkileşimini azaltmak, kalabalıkları engellemek, enfekte olan kişileri hızla saptamak, onları ve temas ettikleri insanları izole etmek… Enfeksiyona kaynaklık edenler tam olarak bulunamıyor ya da izole edilemiyorsa karantina uygulamak… Kuşku duyulan bütün grupları, bazen bir sokağı, fabrikayı, bazen bütün bir kasabayı, şehri ve hatta gerekirse ülkeyi karantinaya almak… Bu yöntemleri uygulayan bir dizi ülke, ilk vakaların tanı konulduğu Çin dahil salgını kontrol altına almayı başardılar.
Ama dünyanın birçok bölgesinde, ilginç olarak da ekonomik olarak en iyi durumdaki Batı Avrupa, ABD’deki hükümetler bu basit yöntemleri, etkili, örgütlü ve sürekli bir şekilde uygulayamadılar. Daha doğrusu virüsü ciddiye almadılar, ayak sürüdüler, önlemleri geç aldılar, erken kaldırdılar. Zira, bu ülkelerdeki politik liderliklerin öncelikleri salgını kontrol etmek değil, ne pahasına olursa olsun ekonominin çarklarını döndürmekti.

 

Halk sağlığı sisteminin önemi
Zengin ülkelerin hepsinde yüksek teknoloji, parıltılı hastaneler vardı, ama etkin bir halk sağlığı sistemleri yoktu. Olmadığını, haftalar boyunca test sayısını arttıramamalarından, doğru düzgün filyasyon yapamamalarından anladık. Çok para dökülmüş hastanelere rağmen, tedaviye erişimdeki eşitsizlikleri, yoksullar, azınlıklar ve göçmenler arasında ölüm oranlarının yüksekliğinden fark ettik.
Pandeminin bir yılı bize salgın gibi bir krizle baş etmede bir ülkenin politik liderliğinin yeni bir gerçeği kavrama, yani bilimin söylediğini anlama ve uygulama yeteneğinin, o ülkenin ekonomik gücünden, teknolojik birikiminden daha önemli olduğunu gösterdi.
Covide aşı bulundu, ya politik miyopluğa?
Atadan kalma ama işe yaradığı kanıtlanmış salgın kontrol yöntemlerini kullanamayan ülkeler önümüzdeki dönem için mücadele stratejilerini neredeyse tamamen aşıya bağlamış durumdalar. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki ülkeler nüfuslarının büyük çoğunluğunu bir an önce aşılayıp, “kitle bağışıklığına” ulaşmayı ve kısa sürede normalleşip, ekonomilerini kaldıkları yerden, aynı şekilde çalıştırmayı umuyor. Ama çok önemli birkaç noktayı unutuyorlar.
Birincisi bulaşma hızını baskılamazsanız, virüs giderek daha fazla kez kendini kopyalıyor ve kaçınılmaz olarak yeni varyantlar-çeşitler geliştiriyor. Evrimsel olarak bu çeşitlerin bir kısmının daha bulaşıcı olması beklenir ki, gerçekten de öyleler. Aşılamanın hızının yeni çeşitlerin ortaya çıkma hızına ulaşması, en azından yakın gelecekte, mümkün görünmüyor.
İkincisi, aşıları geliştiren şirketlerin üretim kapasiteleri (4 milyar doz civarında) 2021 yılı içinde, dünya çapında kitle bağışıklığı sağlamaya yetmeyecek. Zengin ülkelerin ön alımlarla bağladıkları aşı miktarlarıyla kendi ülke sınırları içinde kitle bağışıklığı sağlamaları pandemiyi sonlandıramayacak. Aşının ulaşamadığı ülkelerde bulaşma sürdükçe, buralarda gelişecek, aşıya dirençli çeşitlerin, bütün küreyi dolaşmasını engellemek mümkün olmayacak.

 

Tek ülkede bağışıklık boş bir hayal
Üçüncüsü zengin ülkeler kendi ülkelerinde kitle bağışıklığı sağlayıp tedbirleri kaldırsalar bile, küresel tedarik ağlarının birbirine bin bir şekilde bağladığı dünyamızda bütün dünyada eş zamanlı bir normalleşme olmazsa hiçbir ülkenin ekonomisi “normal” çalışamayacak. Koç Üniversitesinden [Aralarında yazarımız Selva Demiralp’in de bulunduğu] bir grup ekonomistin dünya çapında yankı yaratan çalışmasına göre 9 trilyon dolar civarındaki ekonomik kaybın yaklaşık yarısı zengin ülkelerin kaybı olacak.
Dünya Sağlık Örgütü aşılardan maksimum yarar sağlamak için, bir yandan klasik salgın kontrol yöntemleriyle bulaşma hızını kontrol altında tutarken, diğer yandan bütün ülkelerdeki riski yüksek grupları öncelikle aşılamayı öneriyor. Böylece ölüm sayılarını azaltmak mümkün olacak.
Aşı milliyetçiliği kavramı ortaya çıktı. Birbirine bin bir değişik yolla sıkı sıkıya bağlanmış dünyamızda tek bir ülkede kitle bağışıklığına ulaşmak içi boş bir hayal. “Hepimiz güvende olmadan hiçbirimiz güvende olamayız”. Dünya çapında kitle bağışıklığına ulaşmak için de aşı üretim kapasitesini arttırmamız, her ülkenin, her şirketin üretim kapasitesinden faydalanmamız gerek. Peki bunu neden yapmıyoruz?
Ülkelerin Covid-19 tibbi gereçleri üzerindeki tekelleşme karşısındaki tutumlarını gösteren harita. Kırmızı çarpı paylaşmaya karşı olanları, açık yeşil onay (Türkiye dahil) genel destek verenleri, koyu yeşil tam destek verenleri, sarı yıldız ise ortak olmak isteyen ihtiyaç sahiplerini gösteriyor. Paylaşmaya karşı olanlar ağırlıkla zengin ülkeler.

 

Patent hakları aşı üretini engelliyor
Etkinliği kanıtlanmış, ama üretim miktarı yetersiz olan aşıların her yerde üretilmesinin önündeki en önemli engel ‘fikri mülkiyet hakları”. Yani patentler ve üretim teknolojilerinin ticari sır sayılması. Herhangi bir üretici şu anda sahipleri olan şirketlerin adıyla anılan aşılardan birini üretmek istese, bu üretim için gerekli bazı kritik bilgilere ulaşamaz. Bu problemi kendi imkanlarıyla çözüp üretime geçse bile mülkiyet hakkını ihlal ettiği için ciddi yaptırımlarla karşı karşıya kalabilir.
Bu engeli kaldırmak amacıyla Güney Afrika ve Hindistan’ın başını çektiği bir dizi ülke Dünya Ticaret Örgütüne başvurdu: Covidin önlenmesi, tanısı ve tedavisinde kullanılacak tıbbi ilaç, madde ve teknolojiler için fikri mülkiyet haklarının, dünyada Covide karşı kitle bağışıklığı sağlanıncaya kadar dondurulmasını talep ettiler. Bu öneriyi DSÖ’nün yanı sıra yüze yakın gelişmekte olan ülke ve çeşitli uluslararası sağlık ve hak örgütleri destekliyor. Ama halk sağlığı açısından gerekli bu öneri Avrupa Birliği, ABD, Avustralya ve Brezilya tarafından bloke ediliyor. En son 10-11 Mart’ta Cenevre’deki görüşmeler de bu engelleme yüzünden sonuç getirmedi.
Bir yandan “herkes güvende olmadan kimse güvende değildir” nutukları atan zengin ülkelerin politik liderlikleri, destekledikleri ilaç şirketlerinin kârlılığını dünya nüfusunun sağlığından daha çok önemsiyorlar. Bir yıldır sürdürdükleri yanlış öncelikler bu konuda da devam ediyor.
1980’de, zahmetli ama başarılı bir kampanya ile çiçek hastalığı yok edildiğinde “Çiçeği yendik, sıra kötü yönetimde” denmişti. Hala o noktadayız.

 

Tablo karamsaralaşıyor
Anormal normalleşmenin ardından Mart başında başlatılan "Zorunlu Normalleşme" sürecinde tablo beklendiği gibi ilerliyor. Vaka sayısı önce 10 binleri aştı, şimdi 15 binlere geldi.Çok ama çok yakında 20’leri geçecek. 3. dalga geldi de, henüz tsunami boyutunda değil.Onun da eli kulağındadır. Doğru düzgün bir denetim, kurallara uymayana yönelik bir ceza da şimdilik görülmüyor. Restoranlar, kafeler günah keçisi gibi gösterilse de, her yerde durum aynı. Durum lokantada da aynı, camide de. Parti kongresinde de. İş tamamen kontrolden çıkmış gibi görünüyor ve bu saatten Herkes biliyor ki, sayılar ne kadar artarsa artsın bundan böyle kolay kolay bir kapanma falan olmayacak. Beklenen tek kurtuluş yolu aşı.  Ya da “Aşı idi” demek daha mı doğru acaba?
Bakan Koca 105 milyon doz aşı dedi ama
Bakan Koca, çok değil bir hafta kadar önce yaptığı açıklamada Mayıs sonuna kadar en az 105 milyon doz aşının yapılmış olacağını üzerine basarak söylemişti. Bu, toplumun yüzde 60’ının aşılanması ve ciddi bir sürü bağışıklığının elde edilip, hastalığın kontrol altına alınmasını sağlayacak bir sayıydı. Aynı Bakan Koca yeni  yaptığı basın toplantısında ise aşılanma tarihi 4 ay erteleyerek sonbahar aylarına öteledi.Geçerliliğini 1 hafta bile koruyamayan bir öngörü. Bir hafta bile sürmeyen bir umut. Ve bir yandan da aşıların gelmeyeceğinin belli olmasına paralel olarak 2021 ile ilgili bir “pozitif öngörü.” Niye, neye dayanarak… Hangi bilimsel veri ile belli değil. Şimdi Gerçekten merak ediyorum bu ülke yönetiliyor mu yoksa şimdilik idare mi ediliyor!

 

HES kodu zorunluluğu
İstanbul’da lokanta, kafe, düğün salonu gibi toplu halde bulunacağımız pek çok yere girişte HES kodu sorgulaması zorunluluğu getirildi. Aklı başında, sorumluluk sahibi, kurallara uyan pek çok işletme zaten bu zorunluluk gelmeden önce de HES kodu kontrolü yapıyordu.Zorunlu olması iyi oldu.Her kadar asemptom vakaları ve hastalığın başlangıç aşamasında olanları HES kodu ile takip etmek mümkün olmasa da hiç yoktan iyidir. Suriyeli düzenli ve diğer ülkelerden gelen düzensiz göçmenleri nasıl takip edeceğimiz de ayrı bir soru ama şimdilik sormayalım sonra “Irkçı” falan diyorsunuz. İstanbul ile ilgili bu kararı alan İl Hıfzısıhha Kurulu. Yani “Kontrollü açılma” açıklanırken topun atıldığı, yetkinin verildiği yer. Bu da aslında başından beri savunduğumuz bir durum. İller vaka durumlarına göre kararlarını kendileri vermeli diye uzun zamandır söylüyor halk sağlığı uzmanları. Ancak bu durum bazı valilere haksızlık. Özellikle de İstanbul ve biraz da Ankara valilerine. Herkes biliyor ki, İstanbul Türkiye ekonomisinin yüzde 40’ı, belki de daha fazlası ve kalbi. Ve İstanbul vaka sayısı bakımından hızla artan bir orana sahip. Haritada kızaran iller arasında Peki bu vakalar iyiden iyiye artarsa, ki artacak gibi görünüyor, İstanbul Valisi veya İstanbul İl Pandemi Kurulu İstanbul’da bir kapanma yapabilir mi? İstanbulluları eve kapatmanın yanı sıra, İstanbul’a yönelik bir giriş çıkış yasağı, seyahat yasağı kısıtlaması getirebilir mi? İstanbul Valisi Ali Yerlikaya, kendi başına böyle bir karar alıp açıklayabilir mi? Hiç zannetmiyorum.Atanmış bir valiye böyle bir yük yüklemek de zaten doğru değil.Tamam biliyoruz ki, kötü haberleri valiler, iyi haberleri siyasetçiler veriyor ama.Bu kadarı da bir valiye fazla yüklenmek olmuyor mu sizce!  Sağlık Bakanı İstanbul’daki vaka artışına dikkat çekti yine. Ben de güldüm. Gülmeye de devam edeceğim.  “Hele durun” diyeceğim. Bu daha kontrollü normalleşme sonrası artış değil, daha o gelecek. Bekleyin. Ben size söyleyeyim, Bakanlığın ya da hükümetin yaptığı hiçbir açıklamayı kimse kale almaz artık. İlk kongresinde bu fotoğrafı üstelik de yasaklar sürerken vermiş bir iktidarın “Dikkatli olun, kurallara uyun” demesini kimse takmaz.  İmam yellenirse, cemaatin ne yapacağını atalarımız çok önce söylemiş. Görünen fotoğraflarda zaten imam yellenmenin ötesine geçmiş, cemaatin yapacağının sınırı yok.Bu yüzden tüm lokantalar ful. Tüm kafeler dolu.  Sokaklar akıl dışı bir kalabalıkla yüz yüze.  Maske kullanımın zorunluluğuna bile uyum azalmış. Bu saatten sonra kimse ne Bakan’ı takar ne de daha üst bir makamı.  O iş bitti.  TURYİD Başkanı Kaya Demirer restoranların kurallara uyarak yavaş yavaş açılacağını, masalar ve sandalyeler arasında mesafe olacağını söylüyordu ve bunu yapan müesseselere bir sertifika vereceklerini açıklamıştı.  Uygulamada böyle bir şey yok.
Kontrolsüz tam açılma var sadece. Vatandaşların da durumu farklı değil. Onlar da bir kontrol uygulamıyor, bir kontrol aramıyorlar.Biraz akıllı vatandaşların kendilerini korumaları, kendilerine dikkat etmeleri bugün dünden daha önemli. Niye mi?  Çünkü çok daha bulaşıcı olduğunu bildiğimiz artık “yerli” oldu. Dün yayınlanan yeni “temaslı rehberine” göre İngiliz varyantı ya da mutasyonu aramayacak. Çünkü aranmasına gerek kalmadı. Nereye baksanız görüyorsunuz. Bu yüzden de sadece ve sadece Güney Afrika ve Brezilya mutasyonları aranacak.Bu gidişle pek yakında onları da aramaktan vazgeçeriz çünkü onlar da yakında “milli” olurlar. Bir ay içinde 30 binli vakalara yeniden ulaşırız demiştim ya. Galiba o kadar bile beklememize gerek kalmayacak. Tek iyi haber ise aşı kanadından geldi Önceki gün itibarı ile Türkiye’de 2 doz aşısı yapılmış ve üzerinden etkinliğin tam olması için gereken 14 günlük süre geçmiş 834 bin kişi var.  Bu 854 bin kişiden 255’inde Covid-19 vakası görüldü. Bu 255 kişinin sadece 15’i hastaneye yattı. Yoğun bakım gereksinimi olan ise olmadı.  Yani bu saatten sonra artık tek çaremiz aşı. Yoksa salındık çayıra. Haberiniz ola.

 

Toplumsal Sağlık İçin Toplumsal dayanışma
TTB COVID-19 Pandemisi 11. Ay Değerlendirmesi’ni sunan TTB Başkanı Dr. Şebnem Korur Fincancı sundu. COVID-19 hastalığının epidemiyolojik değerlendirilmesi için gereken veri ve göstergelerin Sağlık Bakanlığı tarafından ya paylaşılmadığını ya da sürekli değiştirildiğini belirttti.  Fincancı, filyasyon çalışmalarının sadece temaslı taramasıyla sınırlı tutulduğunu, yaygın bir test politikasının ise yürütülemediğini ifade etti. Aşı çalışmalarının bir yılını da aktaran Korur Fincancı, bugüne gelindiğinde ise varyantların aşıların etkililiklerini azaltabileceği endişesinden ve buna dönük bilimsel çalışmalardan bahsetti. Pandemiyle geçen bir yılda 385 sağlık çalışanının yaşamını yitirdiğini aktaran Korur Fincancı, COVID-19 geçiren sağlık çalışanlarının alanlarına, çalıştığı kurumlara, çalışma koşullarına ve çözüm önerilerine ilişkin bilgiler sundu. Korur Fincancı sunumu ise şu sözlerle bitirdi: “Bizim temel önerimiz veri şeffaflığı. Veriler şeffaf olmadığında bir sonuca ulaşabilme olanağı olmadığını biliyoruz.” TTB COVID-19 İzleme Kurulu üyesi Prof. Dr. Esin Şenol merkezi otoritenin son bir yıldaki açıklamalarının bir bilimkurgu filmi hissi uyandırdığını, bu nedenle TTB’nin yürüttüğü çalışmaların çok değerli olduğunu ifade etti. Aşı çalışmalarının pandemiyle mücadelede büyük umut verdiğini kaydeden Şenol, “Ama aşının orada duruyor olması tek başına bir anlam ifade etmiyor. Aşılama bir stratejidir. Stratejinin doğru kurulabilmesi önümüzdeki dönemde en önemli silahımız” dedi.
TTB COVID-19 İzleme Kurulu üyesi Prof. Dr. Özgür Karcıoğlu tsunamiyi karşılayan noktalar olan acil servislerde yeniden yoğunlaşma olduğuna dikkat çekerken pandeminin hastanelerden karşılanmasının acil servisleri ve yoğun bakımları birer savaş alanına çevirdiğini dile getirdi. TTB Halk Sağlığı Kolu Başkanı Uzm. Dr. Nasır Nesanır da COVID-19 pandemisinin, kapitalizmin yol açtığı eşitsizlikleri daha da derinleştirdiğine vurgu yaptı. Nesanır, fazladan ölümlerle ilgili Sağlık Bakanlığı tarafından paylaşılan verilerdeki çelişkilere dikkat çekti.
100 vakadan 89’u açıklanmıyor
Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı sayıların gerçeği yansıtmadığını belirterek, Sağlık Bakanı'nın 11 Mart 2020' deki ilanından önce de Türkiye’de yeni corona virüs vakaları vardı. Türkiye iki ay boyunca kafasını kuma gömdü. Bugün ortaya çıkan 100 vakadan sadece 11’i açıklanıyor, 89’u açıklanmıyor” dedi. 14 Mart Tıp Haftası Etkinlikleri çerçevesinde düzenlen online panelde konuşan Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, pandemi hakkında önemli açıklamalarda bulundu. 11 Mart 2020'de Sağlık Bakanı’nın ‘Bizde de corona virüsü vakası var' dediğini hatırlatan Ahmet Saltık, “İlginçtir ki aynı gün Dünya Sağlık Örgütü de Covid-19 pandemi olarak ilan etmişti. Bugün hastalık hakkında edindiğimiz bilgiler ve veriler ışığında söyleyebilirim ki, Sayın Bakan'ın 11 Mart'taki ilanından önce de Türkiye'de yeni corona virüsü vakaları vardı. Türkiye iki ay boyunca kafasını kuma gömdü. Deve kuşu gibi davranıldı. Bu süreç çok kritikti. Erken kabule yönelip, salgın planları hızla yürürlüğe konulabilseydi, çok daha hazırlıklı bir biçimde bu hastalığı göğüsleyebilirdik” diye konuştu.
Dünyada 10 farklı aşı kullanımda… İktidar Türkiye'yi yeterli aşıyla buluşturamadı. Tek bir markaya bağlı kalındı. Dünyada üretilen 4 aşıdan 3'ünü dünyanın en büyük devletleri kaptı. Toplumsal hareketleri ve ülke giriş-çıkışlarının en aza indirilmesi gereken anlarda Türkiye'nin umre ve üniversite öğrencilerinin evlerine gönderilmeleri gibi hatalar yapıldı. Virüsün çıkış yeri olan Çin ise çok sıkı bir karantina başlatarak, yetkililer kapı kapı dolaşıp sürüntü örnekleri aldı, testler yaptı. İnsanların hastanelere başvurmalarını beklemediler.

 

Müşteriye dönüştürüldük
Sağlıkta dönüşüm sürecinin Türkiye'de bir yıkım yarattığını söyleyen Ahmet Saltık şöyle devam etti: “Sağlık hizmetlerini doğuştan hak eden vatandaşlar olarak bizler müşteri haline getirildik. Sağlık ocaklarımız Temmuz 2010'da kapatıldı. Aile Sağlığı Merkezleri getirildi ve bunlar da özelleştirilmiş oldu. Bugün Birinci Basamak'ta çalışan arkadaşlarımız kamu çalışanı, memur değiller. Devlet bir sözleşme yaparak hizmet satın alıyor. Şehir Hastaneleri konusu var bir de… Devlet bu hastanelerden de hizmet alıyor yine. Yani Sağlık Bakanlığı hizmet üreten değil, hasta garantisi vererek hizmet satın alan bir kurum haline gelmiş durumda. Özel sektöre buralar terkediliyor.”

 

Gerçekler örtülüyor
Türkiye'nin DSÖ'yü de dinlemeyerek gerçek vaka sayısını aylarca açıklamadığını belirten Saltık, “Salgın denetimini son derece olumsuz etkilediler. Bugün hala gerçek sayılar açıklanmıyor” dedi. Sağlık Bakanlığı'nın iller bazında 100 bin nüfusta çıkan vaka oranını açıklamaya başladığını hatırlatan Halk Sağlığı Uzmanı Ahmet Saltık, “Türkiye'nin tümü için bir değerlendirme yapacak olursak, bu sayı tüm Türkiye için 100 binde 50-60'lar dolayındadır. Biz bunları hesapladık. Şehirlerin nüfusunu biliyoruz, Türkiye'nin nüfusunu biliyoruz. 81 il için bunu yaptık. Bu hesaplamalara göre Türkiye'de her 100 bin nüfusta 75 yeni Covıd-19 tanısı konuyor. 15-21 Şubat haftasında Türkiye için ilan edilen günlük vaka sayısına baktık. 53 bin dolayında bir sayı ediyordu. Günlük 7 bin 500 kadar yeni vaka ediyor. Buradan hareketle yaptığımız hesaplara göre açıklanan rakamlarda 100 bin 9 oranına ulaşıyoruz. Yani Türkiye'de ortaya çıkan her 100 olgudan sadece 11'i halka duyuruluyor. 89'u ilan edilmiyor!” şeklinde konuştu.

 

Gevşeme çok yanlıştır
Türkiye'nin ikinci bir gevşemenin eşiğinde olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Ahmet Saltık, ilk gevşemenin ardından yüzlerce vatandaşın hayatını kaybettiğini belirterek, “Günlük ilan edilen rakam 12 binlerde ama günlük sayıları 30-40 binlerde olabilir. Vefat sayıları da açıklananın 2-3 katı civarında. Gevşemenin şu aşamada uygulanmaya çalışılması çok yanlış” ifadelerini kullandı.

 

Sosyal devlet görevini yapmadı
“İki temel silahımız var. Epidemiyoloji ve sosyal devlet. Epidemiyolojinin ilkeleri uygulanırken sosyal devlet, karantina uygulanırken, çalışma süreleri kısaltılırken, insanlara geçinmeleri için maddi destek sağlamalıdır” diyen Ahmet Saltık sözlerini şöyle noktaladı;
“Türkiye'nin bu süreçte sağladığı destek çok çok düşük seviyelerdeydi. Sosyal devlet görevini yapmamıştır. İmdat çığlığı atarak sarılabileceğimiz bu iki unsurdan yoksun kaldık. Covıd-19 kaynaklı ölüm sayısı 84-85 bin civarında.  Türkiye'de geçen yıl yaklaşık 436 bin ölüm kaydedildi. Her yıl yüzde 2 gibi bir artış vardır. 2021'de bu sayının 440 bin olması bekleniyor. TÜİK mayıs ayında ölüm sayılarını açıklayınca, Sağlık Bakanlığı'nın yayınladığı rakamların ne kadar gerçek olduğu ortaya çıkacaktır. Türkiye'nin bir an önce 120 milyon aşı temin ederek, ülkenin 4 hafta kapatılması gerek. Aksi takdirde salgının kontrol altına alınamayacak.”

 

Virüs startta bekliyor
Sağlık Bakanlığı Koronavirüs Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Levent Akın, "Lokantaya gidenlere önerim var; kuralları çok iyi takip etsinler, yemek yerken elbette maskelerini çıkaracaklar; ama olabildiği kadar az konuşsunlar ya da alçak sesle konuşsunlar. Kısa sürede işlerini bitirip, lokantadan ayrılsınlar. Bir bakıma virüs şu anda startta bekliyor, 'ben biraz daha yayılma fırsatı bulabilir miyim' diye" dedi. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Levent Akın, kafe ve restoranlarda maske ve mesafe ile HES kodu sorgulama kurallarına uyulmasının ana kural olduğunu söyledi.

Akın, kafe ve restoranların bahsedilen kurallara uyduğu takdirde herhangi bir zaman aralığına ihtiyaç duymayacaklarını belirterek, “İlk birkaç gün kurallara uyuyor gözükmekle beraber daha sonra çeşitli nedenlerden dolayı işletmecinin düşünceleri, müşterilerin bu konudaki aymazlığı ya da umursamazlığı yüzünden tekrar eskiye dönülüyor ve tekrar o bulaşmalarda sıcak noktalar yani hastalığın bulaşma riskinin arttığı dediğimiz yerler ortaya çıkmaya başlıyor ve topluma hızla yayılıyor. Masaların arasındaki mesafeler ve müşterilerin fiziki mesafelerine özellikle kapalı alanda çok dikkat ederlerse, işletmeler havalandırma sistemlerini yatay düzeyde işletmezlerse ya da hiç havalandırma sistemlerini çalıştırmazlarsa, lokantalar, restoranlarda risk azaltılabilir” dedi.

Lokantalarda oyalanmayın
Akın, vatandaşa önerisi olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti: “Lokantalara, restoranlara ya da kafelere gittiğiniz zaman çok ciddi risk alıyorsunuz. Bu risk nasıl artıyor; zaten herkes maskesini çıkardığı için bir defa korunmanın önemli bir ayağını yok etmiş oluyorsunuz. O zaman diğer yöntemlere doğru gitmek lazım. Mesafenizi uzak tutmanız ve lokantada ya da kafede kalma süresinizi kısaltmanız lazım. Bir ara 45 dakika kuralı gibi konular konuşuluyordu, bunları kural olarak koyup takip etmeniz çok zor ama müşteri olarak gittiğiniz zaman hiç olmazsa olabilecek en kısa sürede yemeğinizi yiyip lokantayı terk etmeniz lazım. Hastalığın bulaşmasında en önemli faktör kapalı alanlarda maskesiz uzun süre kalmak ve konuşmak. Konuştuğunuz zaman hastalığın yayılma olasılığı artıyor. Şu anda ben konuşuyorum ama sizin riskiniz şu an çok az. Ama ikimizin de maskesi olmazsa ortak yemek yiyor olsak, 10 dakikadaki bulaşma riskinizle 1 saat beraber oturduğumuz bulaşma riski çok değişiyor. O zaman bir anda hastalık bulaşıyor. Sizde çevrenize bulaştırıyorsunuz. Bu yüzden lokantaya gidenlere önerim var; kuralları çok yakın takip etsinler, yemek yerken elbette maskelerini çıkaracaklar ama olabildiği kadar az konuşsunlar ya da alçak sesle konuşsunlar. Kısa sürede işlerini bitirip, lokantadan ayrılsınlar. En büyük riskin öğlen yemekleri ve beraber olan akşam yemekleri. Hepimiz akşam yemeklerine gidiyoruz. Sohbet ediyoruz, sosyalleşiyoruz. Güzel şeyler bunlar ama bu hastalığın fırsat olarak kullandığı şeyler uzun süre oturmak, maskesiz konuşmak hastalığın yayılmasını kolaylaştırıyor. Bir bakıma virüs şu anda startta bekliyor. ‘Ben biraz daha yayılma fırsatı bulabilir miyim’ diye. Bunu engellemenin yolu hem işletmeciler hem de restoranlara giden müşterilerin alacağı önlemlere dayanır.”

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Oktay Apaydın Arşivi