Ziya Şakir Yılmaz

Ziya Şakir Yılmaz

Rehber (1)

Hemen her yazımda, satırlarım arasında geçen olmazsa olmaz kelimelerim vardır: Başarı, hedef, verim, çalışmak, odak bunların başında gelir. Aslında bu sözcükler birer söylemden öte kavram halini almıştırlar. Bir de kişiyle hedefi arasına zaman zaman dâhil ettiğim bir kelime daha var ki pek az kişi bunun öneminin farkındadır. O sözcük, rehberdir!

Bu yazımda size rehberin ne denli önemli olduğundan; bizi bağımlı mı yoksa bağımsız mı kıldığından, hedefimize erişmemize mi yoksa uzaklaşmamıza mı sebep olduğundan söz edip, bir hikâye ile taçlandıracağım.

Yazının girişinde belirtmeliyim ki rehber sözcüğünü iki manada kullanıyorum. İlki birinin doğruyu bulmasına yardımcı olan, ona yol gösteren kimse ya da şey; diğeri ise manevi yönden insana, topluma ışık tutan, yol gösteren bilge, üstün kimse. Anne-baba, öğretmen, koç, bazen ağabeylik-ablalık, bazen arkadaşlık-dostluk da bu başlığın altında yer tutabilir. Bir kişinin bilinçlenmesini, seviye olarak aşağıdan yukarı çıkmasını, değerler üzerinde yükselmesini sağlayan herkes, her öğreti bu yazımın dâhilindedir. Bu hafta rehberin yol gösteren, sonraki hafta ise bilge manasını kaleme alacağım.


“Bir öğretmenin iyi olup olmadığı,
öğrencilerine çabucak yanıtlayabildikleri
kaç soru sorabildiğinden değil, kendisinin
yanıtlamakta zorlanacağı kaç soruyu
öğrencilerine sordurabildiğinden anlaşılır.”
Alice Wellington Rollins



Anne karnında başlayan sürecimiz doğumumuzla birlikte kendimizi tanımamıza, etrafımızdaki tehlike ve fırsatları öğrenmemize; potansiyelimizi ortaya çıkarmamıza, geliştirmemize ve yaşadığımız dünya ile uyumlanmamıza değin hep bir rehberle hareket eder, onların öncülüğünde yetişir ve büyürüz. Dünyada kendini en fazla geliştiren canlı insandır, fakat bu özelliği onun bakıma ve desteğe muhtaç bir canlı olmadığı anlamına gelmemektedir. Sizin de bildiğiniz gibi doğduğumuz an doğada bir başına yaşayamamaktayız. Bundan dolayı bizim için ‘yaşamak’ demek mücadele etmek, öğrenmek, uygulamak ve gelişmek demektir.

Bir yol göstericiye duyduğumuz ihtiyaç, aslında bilincimizin derinliklerinde kayıtlıdır. Ta ki kendi aklımıza erişene, aklımızı kendi başına bir rehber haline dönüştürene dek. Şuna da vurgu yapmalıyım ki kendi aklımızı rehber almak; bir işte liyakati görmezden gelmek veya farklı düşünce ve kaynakları yok saymak anlamında değildir. Bilakis hangi kaynağın nerede bulunduğunu, ona nasıl ve ne zaman erişebileceğimizin bilincinde olmamız ve aynı zamanda eleştirilmeye, eleştirilerle kendimizi geliştirmeye imkân vermemiz anlamındadır. Bunun bir üst seviyesi bilgeliktir.
 

Sürahi eğilir, bardak değil.

Derin olan, dolu olan, usta olan
boyun büker, çırak değil.”
Dücane Cündioğlu

 


Hemen her kişisel gelişim alanında rastlayacağımız başlıklardan biri tanesi amacımızın, diğeri ise hedefimizin olması gerekliliğidir. Fakat neden böyle bir gereksinime ihtiyacımızın olduğu pek dile getirilmemektedir.
Geriye dönüp bakın, imkânınız dâhilinde ulaşabileceğiniz tüm kaynakları ortaya çıkarın, bütün başarı hikâyelerinin temelinde bir amaç ve hedefin var olduğunu göreceksinizdir.
Amaç ve hedef, birbirlerinin içinden çıkan manalara sahiptir. Bundan dolayı çokça hem karıştırılır hem de birbirinin yerine kullanılır. Oysa ilk adımlarında her ne kadar keskin bir ayrım taşımadıkları var sayılsa da, ikinci adımda farklı oldukları ortaya çıkmaktadır. Bunu kıvılcım ve ateşe benzetebiliriz.
Amaç, ‘bir şeyde ulaşılmak istenen sonuçtur.’ Bizim ayağa kalkmamızı, kendimizi gerçekleştirme enerjimizi bir noktaya odaklamamızı ve onu görmemizi sağlayan kıvılcımdır. Kıvılcımı aleve taşıyan ise hedeftir. Hedef, gerçekleştirilmek üzere tasarlanan, ardından koşulan, ulaşılmak, erişilmek istenilen şeydir. Gördüğünüz gibi, amaçla hedef arasındaki en önemli fark, birinde istenç öne çıkarken diğerinde tasarı ve eylem öne çıkmaktadır. Bu tanımdan hareketle, amaç için ‘istemek’, hedef için ‘harekete geçmek’ diyebiliriz.

Her dönemin ve her kişinin kendine özgü hedefleri vardır. Bu noktalara ya defalarca erişilmiştir ya da ilk defa erişilecektir. Örneğin bir kitap yazmak bir kimsenin şahsi gayesi olabilir fakat bundan önce yüz binlerce kişi bu amaca ulaşmıştır. Peki, her konu mutlaka bir kitapta işlenmiş midir? Hayır! Burada özgünlük bir parmak izi gibi kendini gösterir. Bir işte özgünlüğe erişebilmenin tek yolu vardır, o da bir amaç ve hedef doğrultusunda hiç durmadan verimli çalışmaktır! 18. yüzyılda yaşamış İngiliz avukat James Stephen, “özgünlük daha önce kimsenin söylemediğini söylemek değil, tam olarak kendi düşündüğünüzü söylemektir” der. Ben de bu sözü günümüze şöyle uyarlarım: özgünlük daha önce kimsenin yapmadığını yapmak değil, tam olarak kendi eserinizi ortaya çıkarmaktır!

İşte! Bir rehberin yani yol göstericinin varlığı da burada önem kazanmaktadır. Bir kılavuz hiçbir surette danışanına, buradan yürümelisin demez, dememelidir. Hangi yoldan neden ve nasıl yürünmesi gerektiğini danışanının bulmasını sağlamalıdır. Böylece kendi düşüncelerinin kopyalanmasına değil, bilakis kişinin kendini tanımasına da yardımcı olur. Bununla birlikte danışanının etrafında ne gibi fırsatların, ne gibi imkânların olduğunu hem görmesine etki eder, hem de bunları nasıl değerlendirebileceğinin farkındalığını geliştirir.
Elbette bu süreçte amaç ve hedef belirleyen danışanın içindeki potansiyel güç de kendini gösterecektir. Bu gücün kontrolü, nereye, nasıl ve ne şekilde kullanılması gerekliliği de bizzat rehberin gözetiminde, danışanın kendisinin keşfetmesiyle ortaya çıkacaktır.

İki tür yardım vardır. Birincisi çaresiz bırakan yardımdır, diğeri ise çare yaratandır. Henüz yürümeye başlamış bir çocuk, ebeveyninin gözetiminde minik adımlarını atarken (yaralanmayacak şekilde) düştüğünde (her seferinde) koşup onu yerden kaldırmak çaresizlik yaratan bir yardımdır. Çünkü bu olay, büyük ihtimalle çocuğun bilincinde ‘düşersem destek görürüm’ programını oluşturacaktır. Bundan dolayı belki de yaşamı boyunca yürümek, ilerlemek, yükselmek için hep destek bekleyen birine dönüşecek, destek alamadığında içine kapanacaktır. Oysa düştüğü an yine ebeveyninin gözetiminde kendi kendine ayağa kalkması ve yeniden adım atmasını izlemek de gerekmektedir. Bu mesafeli duruş, bu mesafeli bakış, bu kendi yolunu kendisinin bulmasına izin veriş, çocuğun zihninde ‘düşersem kalkabilirim, problemlerimin üstesinden gelebilirim’ bilincini de geliştirecektir. Elbette gücünün yetmediği yer ve zamanlarda küçük dokunuşlarla kendisine destek verilmelidir fakat bu desteğin çaresizlik değil, çare üretmesine de özen gösterilmesi gerekir.

Burada anlam karmaşasının önüne geçmek için ‘danışan’ kelimesini özellikle kullandım. Bir kez daha belirtmeliyim ki rehber söylemimdeki niyetim bir anne-babayı, bir büyüğümüzü de kapsamaktadır. Ve ayrıca danışan rolünde olanlar da yetişkin bir kimse değil, gördüğünüz gibi bir çocuk da olabilir, bir öğrenci de…

 

İnsan iyi hocalarını takdirle, insani

duygularımıza dokunmuş olanları ise
minnetle anar. Müfredat gerekli ham
maddelerle doludur ama büyüyen bitki
ve çocuğun ruhu için hayati unsur sıcaklıktır.”

Carl G. Jung


Masallar çocukların alanında olsalar da ben her masalda insanlığın, insanlığa seslenişlerini, öğretilerini, çıkarılması gereken bin bir türlü derslerini ve mesajları görürüm. Rehberin önemine dair değindiğim yazıda son kısmı Akın Alıcı’nın derlemelerinde okuyup çokça beğendiğim Helen E. Buckley’ye ait “Küçük Bir Çocuk” masalına bırakıyorum.
 


KÜÇÜK BİR ÇOCUK


Bir sabah küçük bir çocuk okuldayken öğretmeni seslenmiş:
“Bugün çiçek resmi çizeceğiz.” Küçük çocuk sevinçle yerinden fırlamış; “Yaşasınnn!..” Çünkü resim yapmayı çok seviyormuş. Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, tekneler… Kendince birbirinden farklı figürleri resmedebiliyormuş.
Renkli kalemlerini çıkarmış başlamış çizmeye… Fakat öğretmeni, “Bekleyin!” demiş. Tüm öğrenciler hazır olana kadar bekletmiş. Ve ardından “Evet! Şimdi çiçek resmi çizebiliriz” demiş. Küçük çocuk büyük bir sevinçle birbirinden güzel çiçekleri çizmeye başlamış. Pembe, portakal rengi, mavi… Envai çeşit renler… Fakat öğretmeni “Bekleyin!” demiş… “Ben size nasıl çizileceğini göstereceğim.” Tahtaya bir çiçek resmi çizmiş; sapı yeşil, kendi kırmızıymış. “İşte böyle, şimdi başlayabilirsiniz” demiş.

Küçük çocuk öğretmeninin çizdiği çiçeğe bakmış, sonra da kendi çiçeğine… Kendi çizdiği çiçeği daha bir beğenmiş. Fakat bunu öğretmenine söylememiş. Yeni bir kâğıt çıkarmış ve öğretmenin çizdiği çiçeğe benzer bir bitki çizmiş; yeşil saplı, kırmızı renkli…

Başka bir gün öğretmen sınıftakilere “Bugün hamur çalışacağız” demiş. Küçük çocuk sevinçle yerinden fırlamış; “Yaşasınnn!..” Çünkü hamur çalışmalarını pek seviyor; hamurdan yılanlar, fareler, kardanadamlar, filler, arabalar, kamyonetler yapıyormuş.
Hamuru sıranın üzerinde yoğurmaya başlamış. Fakat öğretmeni “Bekleyin! Daha başlamayın!” demiş. Ve herkesin hazır olması beklenilmiş. Ardından “Şimdi tabak yapacağız” demiş. Küçük çocuk buna o kadar sevinmiş ki, yapmayı en sevdiği şeylerden biri tabakmış. Büyük bir heyecanla tamamladığı tabağın ardından birbirinden farklı tabaklar yapmaya başlamış. Fakat öğretmeni, “Bekleyin!” demiş. “Ben size nasıl yapacağınızı göstereceğim”. Ve herkese derin bir tabak nasıl yapılır, göstermiş. “İşte böyle, şimdi başlayabilirsiniz” demiş. Küçük çocuk bir öğretmeninin yaptığı tabağa bakmış, bir de kendi yaptığına. Kendi yaptığı tabağı daha çok beğenmiş ama kimseye söylememiş. Hamurunu tekrar top haline getirmiş ve öğretmeninkine benzeyen bir tabak yapmış. Bu derin bir tabakmış.

Çok geçmeden küçük çocuk beklemeyi öğrenmiş. İzlemeyi de. Öğretmeninkine benzer şeyler yapmayı da. Ve kendine özgü şeyler yaratamaz olmuş.


Daha sonra küçük çocuğun ailesi başka bir şehre taşınmaya karar vermiş, böylece küçük çocuk yeni bir okula kayıt olmuş. Bu okul, diğer okuldan daha büyükmüş. Dışarıdan içeriye açılan bir kapısı da yokmuş. Oldukça büyük basamaklardan çıkmak gerekiyormuş. Sınıfa ulaşmak için bir de uzun bir koridordan geçmek zorundaymış.
Daha ilk gün öğretmeni “Bugün resim çizeceğiz” demiş. Küçük çocuk çok sevinmiş ve öğretmeninin komut vermesini beklemiş. Fakat öğretmen hiçbir şey söylememiş. Sadece sınıfın içinde öğrencilerin arasında gezinmiş. Küçük çocuğun yanına gelince “Resim çizmek istemiyor musun?” diye sormuş. “İstiyorum” demiş küçük çocuk; “Ne çizeceğiz?” Öğretmeni “Buna sen karar vereceksin” demiş. “Nasıl çizeceğim?” diye sormuş küçük çocuk. “Nasıl istersen öyle demiş” öğretmeni. “Hangi renkle boyayacağız?” diye sormuş küçük çocuk. “Hangi renkle istersen onla” demiş öğretmeni; “Eğer herkes aynı resmi çizerse, aynı renkle boyarsa, kimin yaptığını nasıl anlayabilirim?” demiş öğretmeni. “Bilmiyorum” demiş küçük çocuk. Ve pembe, portakal rengi ve mavi çiçekler yapmaya başlamış. Yeni okulunu çok sevmiş. Ön kapıdan sınıfa bir kapısı olmasa bile. - Helen E. Buckley

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ziya Şakir Yılmaz Arşivi