Türkiye ne yapmalı?

Suriye’de yaşananlar, güç mücadelesinin ne kadar değişken olduğunun kanıtı. Önümüzdeki süreçte Türkiye’nin göz önünde bulundurması gerekenler nelerdir. Onlara bir göz atalım.
Suriye’nin yanında, Libya ve Doğu Akdeniz’de yaşananlar, aslında bir bütünün parçalarını oluşturuyor. Türkiye; 2015 yılı Kasım ayında Rus uçağını düşürdükten sonra, Suriye sorununda gerçekleri bütün çıplaklığıyla gördü. Sonrasında da politika değiştirdi. O döneme dek izlenen politika yanlıştı. 2016 yılı sonunda, Ankara’da, Rusya Büyükelçisi’nin öldürüldü. Ertesi gün Moskova’da Rusya, Türkiye ve İran’ın katılımıyla Moskova zirvesi yapıldı. Ardından, 2017 Ocak ayında Astana Zirvesi ile başlayan süreç, Türkiye’nin tercihlerine yansıdı. Şu görüldü: Akılcı ve gerçekçi dış politika izlenecekse, öncelikle bölge ülkeleriyle, komşu devletlerle, aynı tehdide maruz kalan, aynı düşmanla mücadele eden ülkelerle birlikte olmak, ittifak yapmak gerekir.
Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün genç diplomatlara verdiği şu üç öğüt her zaman geçerlidir, günceldir, öğreticidir:
1) Arap ülkeleri arasındaki, Arap ülkeleri içindeki sorunlara asla taraf olmayın. 2) Moskova’yla ilişkileri her zaman önemseyin.
3) Batı emperyalizmiyle ilişkilerde temas ve mesafeyi gözetin. 
Türkiye’nin politikalarının etkileri 
Türkiye’nin izlediği politikalar, Ortadoğu’yu da, Avrasya’yı da iyi tanımadığımızı gösterdi. Sadece siyasiler değil, bürokrasi de, akademi de, aydınlar da, iş dünyası da bu bölgeleri tarihsel, siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, demografik açıdan iyi tanımıyorlar. Türkiye; ABD ile sorun yaşadığında, AB ile gerilim söz konusu olduğunda, sıklıkla Avrasya seçeneğini, hatta ŞİÖ üyeliğini gündeme getiriyor. Ama bunun ne Avrasya ülkelerinde, Rusya ve Çin’de etkisi oluyor, ne de NATO’da, Avrupa’da fazla ciddiye alınıyor. Hem Avrasya güçleri, hem Atlantik güçleri, Türkiye’nin bu çıkışlarının taktik, dönemsel, geçici olduğunu biliyorlar. Türkiye’nin bütüncül, kapsamlı, stratejik bir Avrasya yönelimi yok. Türkiye’de ana akım siyasetin, iktidar blokunun, muhalefetin, sivil – asker bürokrasinin, iş dünyasının, toplumun geniş kesimlerinin, akademinin akşamdan sabaha bir Avrasya yönelimi içine girmesi mümkün değil. Kaldı ki böyle bir hazırlık da yok. İrade de yok.  
Oysa Türkiye tipik bir Avrasya ülkesi, Avrasya’nın kilidi. Avrupa ve Asya’da toprakları olmasının ötesinde, tarihiyle, kültürüyle, mutfağıyla, damak tadıyla, musikisiyle, ezgileri, türküleri, halk dansları, oyun havalarıyla da kuzeyi, güneyi, doğuyu, batıyı harman etmiş, sentez etmiş, birleştirmiş, kucaklamış bir ülke. Aynı anda Karadeniz, Ege, Akdeniz ülkesi. Bir ucuyla Balkan, bir ucuyla Kafkas kimliği var. Doğu Avrupa’ya da, Hazar Havzası’na da, Ortadoğu’ya da uzanıyor. Bu engin ve zengin tarihsel birikimi, jeopolitik konumu, stratejik önemi politik ve diplomatik nüfuza, ekonomik artı değere çevirecek müteşebbis ruhuna, tarihsel deneyime sahip. Fakat bunu hayata geçirmekten uzak. Bu yönde bir siyasi hazırlık ve kararlılık yok. Avrasya’ya salt ticari açıdan bakıyor.
Enerji bağımlılığımız olan Rusya’ya, önemli enerji tedarikçilerimiz olan yakın komşularımıza, diğer çevre ülkelere bakışımızda, kısa – orta – uzun vadeli stratejik planlama yapmak, güçlü ve zayıf olduğumuz alanları doğru saptamak, fırsat ve tehditleri nesnel biçimde değerlendirmek, öncelikler listesi çıkarmak, gerçekler ve niyetler arasında uyum gözetmek gerekiyor.   
Türkiye hangi deneyimlerden yararlanmalı?
Türkiye; ulusal, bölgesel, küresel ölçekte tarihsel bir kırılma noktasında kurulmuştur. Ulusal ölçekte, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı dönemdir. Bölgesel ölçekte, hemen yanımızda Çarlık Rusya’sının tarihe karıştığı, SSCB’nin kurulduğu dönemdir. Küresel ölçekte ise dünya tarihinin ilk büyük paylaşım savaşının, Birin Cihan Harbi’nin yaşandığı dönemdir. Böylesine büyük travmalardan, büyük kırımlardan, büyük altüst oluşlardan başarıyla çıkmak için, stratejinin üç temel unsuru olan kuvvet – zaman – mekân dengesini iyi kurmak gerekir. İlerleyen yıllarda Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı dışında kalmayı başarması, olumsuz koşullara rağmen 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı’nın başarıyla sonuçlanması, tarihimizdeki olumlu örneklerdir. Yaşadığımız sorunlu coğrafyaya rağmen, bu bölgede savaş dışı kalmayı başarmak önemlidir.
ABD-İran gerilimi, Irak’ı nasıl etkiliyor?
ABD’nin Soğuk Savaş’ın bitiminden beri, Ortadoğu’ya yönelik saldırı ve işgallerinden en kazançlı çıkanlar şunlar oldu: Birincisi, bölgedeki ABD destekli Kürt gruplar ve terör örgütleri. İkincisi, ABD hiç istemediği halde İran. Bir başka ifadeyle, ABD’nin bölgede Kürtlerin önünü açmak için attığı her adım, Irak ve Suriye’ye yönelik her emperyalist çullanış, İran’ın nüfuzunu artırdı. Gerek Soğuk Savaş’ın bitiminde Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle başlayan Birinci Körfez Bunalımı; gerek 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali; gerek ABD destekli IŞİD terör örgütünün artan etkisi, en çok Irak’ı zayıflattı, karıştırdı, yıprattı. Son günlerde ABD ve İran arasında daha da artan gerginlik de, yine en fazla Irak’ı etkileyecek.
Çünkü her şeyden önce Irak; milli bütünlük, ulusal kimlik, devlet olarak zayıf. Etnik, dinsel, mezhepsel kimliklerden kaynaklanan gerilim yüksek. Buna bir de ekonomik sorunlar ve dış müdahaleler eklenince, ülkedeki istikrarsızlık daha da artıyor. İstikrarsız yönetim, yoksulluk, işsizlik, yolsuzluk, kamu hizmetlerinin zayıflığı, halkı bezdiriyor. Irak’ta en fazla nüfuz sahibi ülkeler olarak, ABD ve İran öne çıkıyor.
Enerji kaynakları zengin olan Irak’ın yüzölçümü 437 bin kilometrekare. Nüfusu yaklaşık 40 milyon. Yüzde 80’i Arap, yüzde 15 kadarı Kürt. Gerisi, Türkmenler başta olmak üzere, diğer gruplardan oluşuyor. Yüzde 98’i Müslüman. Kabaca üçte ikisi Şii. İşgal öncesi Irak’ta eğitimli, nitelikli, kültürlü, ticaret erbabı insanlar olarak öne çıkan Türkmenler, işgal sonrası göçe zorlandılar, katledildiler, tapu kayıtları yağmalandı, varlıkları gasp edildi.   
Irak’ın yaşadıkları derslerle dolu
1980-1988 arasındaki İran-Irak savaşı ülkeyi mahvetmişti. Fakat yine de, BAAS rejiminin de etkisiyle, Iraklı milli kimliğini oluşturma yönünde kimi adımlar atılmıştı. 2003’te ABD işgali ve sonrasında yaşananlar, gevşek bir federasyona özgü hükümler içeren anayasa, Irak’ı etnik, mezhepsel kota ve kompartımanlar üzerinden ayrıştırdı. Öyle ki, cumhurbaşkanı Kürt. Başbakan Şii Arap. Meclis başkanı Sünni Arap. ABD de bu kimlikleri kullanarak, kışkırtarak, kaşıyarak, ülkede çatışmayı körüklüyor. ABD’nin Kuzey Irak’ta, Kürt Bölgesel Yönetimi’ne verdiği destek biliniyor.
Irak’ta, İran nüfuzundan hoşnut olan Şii Iraklılar olduğu gibi, buna karşı çıkan, Iraklı ve Arap kimliğini de sahiplenen Şii Iraklılar da var. Kaldı ki, Irak Şiiliğinde Kerbela ve Necef, İran Şiiliğinde Kum ve Meşhed ekolü güçlü.
Irak’ta pek çok sorun çözümsüz kaldığı gibi, Kerkük’ün statüsü de belirsiz. Statüsünü belirleyecek olan referandum yıllardır yapılmıyor. ABD de Kerkük’ün statüsünün belirsiz kalmasından memnun. Belirsizlik iç siyasete yansıyor. Gerilimi tırmandırıyor. ABD de bunu kullanıyor.
 Kısacası, ABD’nin, 2011 yılında işgali sonlandırsa bile, tam olarak askerlerini çekmediği, üslerini boşaltmadığı Irak’ın yaşadıkları, herkes için derslerle dolu. Millet olmanın, bağımsızlığını kazanmanın, onurlu yaşamanın yolunun ise emperyalist işgalciye ve onun işbirlikçilerine karşı savaşmaktan geçtiği, hepimizin malumu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Oktay Apaydın Arşivi