Ali İbrahim Önsoy

Ali İbrahim Önsoy

Devlet ve sadaka

Tarihte toplum içi çelişkiler “üretim, tüketim ve paylaşım” sarmalında uzlaşılmadığı dönemde “devlet ”arabulucu olarak çıktı. Doğası gereği “devlet” her şeyden önce sürekli ordu ve polis örgütü, yargı, maliye ve benzer kurumlarıyla yönetici egemen gücün kendisi için kurulmuş “kurulu mevcut sistemin” devamını sağlayan bir kurumdur. Günümüzde hangi ad ve biçimde olursa olsun “devleti” tüm kurumlarıyla yönetici egemen gücün bazen “şefkatli” bazen de “ceberut” yüzünü görmekteyiz.

Dün olduğu gibi bugünde “devlet” iktidarı elinde bulunduran egemen güçlerin baskı ve denetim aracıdır. Bu baskı aracıyla egemen güçler gelirlerini katlayarak büyütür çünkü kendisi için ucuz iş gücü, örgütsüz ve hakkını arayamayan toplum gerekir. Bu nedenle içinde yaşamımızı idame ettiğimiz sistemde “devlet” kurumlarıyla toplumsal yaşamın “eşitsiz gelişimi” sağlamakla görevlidir.

Doğal afet, savaş, yöneticilerin hesapsız harcamaları, itibardan taviz vermeme ve bunun sonucu yaşanan ekonomik bunalım gibi durumlarında “devlet” yönetimi ilk önce çalışanların maaşını kısıtlar. Temel alt yapı başta olmak üzere kamusal hizmetleri ücretlendirir, ücretlendirilmiş olanlara zam yapar hatta aynı yıl ödenmiş olan vergilere afet ve savaş bahane edilerek tekrar ödenmesini ister. Devlet ister yurttaş bunu yerine getirmek ile mükelleftir.

Bu topraklarda hangi ad ile bulunmuş olduğu önemli değil “devlet ” kurumlarıyla yaşamını burada sürdüren, tarım, hayvancılık, zanaat ve ticaret ile uğraşanları mutlaka “deftere” yazar. Sadece bunları yazmakla kalmaz hangi ve nasıl toprakta kaç kişi ile tarım yapmakta, hangi hayvanları var kaçı kaç ayaklı ve kanatlı, kullandığı aletleri, alışverişi takasla mı para ile mi yapmakta buna benzer soruların yanıtlarını deftere not eder. “Devletin” defterine bir kere kayıt altına alınan unutulmaz artık onun “sağmalı” olur; bu nedenle uçan kuştan, denizdeki ve karadaki canlıdan mutlak haberi olur.

Devlet hâkim olduğu topraklarda yaşayanların güvenliği için gelirleri oranında vergi alır. Güvenliği sağlayıp yaşamsal hizmetleri yapar mı işte sorun burada. Herkesten vergi alan devlet malı çok olandan az alır. Malı çok olan yatırım yapıyorum dediğinde teşvik adıyla vergi iadesi bile alırken malı az ya da olmayan ve bir kere kayıtlara giren vermediğinde cezaları katlanarak büyür ve ödemek zorunda.

Oysa toplanan vergiler ile yurttaşın güvenliği sağlanıyor mu, kamusal hizmetler yol, su, iletişim ve diğerleri ücretsiz mi, kurumlarıyla ne kadar güven veriyor?

Devlet yönetimine kim gelirse gelsin iktidarı döneminde afetleri bahane ederek yurttaşına vergi salıp, kamusal hizmetlere zam yapma bir alışkanlık haline geldi. Anayasa ya da eskilerin tabiriyle “kara kaplı kitapta” ülke sınırları içinde yurttaşının güvenliğini sağlayan, eğitim, sağlık, temel sosyal yaşam hizmetlerini yerine getirmek, yaşlısından gencine kadınından erkeğine mutlu ve huzurlu bir yaşam kalitesi sunmakla mükelleftir “devlet”. Devletin görevleri arasında bireylerin inanç, düşünce ve değerlerine saygılı olmasını sağladığı gibi demokratik ve ekonomik haklarını koruyup kollamakla görevlidir. Bireylerin mesleki temelde örgütlenmesi, haklarını araması hatta bu temelde basın açıklaması yapması “anayasal” hakları arasında.

Anayasa’da( anayasamızın 24, 25 ve 26. maddesi) “devleti” yöneten erk hiç bir zaman inanç ve kutsal sayılan değerleri istismar edemez kötüye kullanamaz der. Devlet yurttaşına kötü muamele edilmesine, ekonomik baskı yapılmasına müsaade etmez. Bireylerin özgür bir ülkede, demokratik ve mutlu yaşamaları için gerekli tüm koşulları sağlamak ve bu temelde ekonomik sosyal koşullarını iyileştirme sorumluluğu var.

Oysa 24 Ocak Ekonomik kararları ve ardından 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi İle güzelim ülkemize kötülük tohumu ekildi. ABD’nin “our boys” dedikleri başa geçti. O günden günümüze çok zaman geçti ama onların ektikleri tohumlar tutmaz dediğimiz bu topraklarda tuttu. Son seçimler ile bugünü anlamak o kadar zor değil.

Devlet kendi yaptığı yasaları ve kural kaideleri kendisi uymuyor. Devlet yani onu yöneten siyasi erk yurttaşı kendi inanç değeri temelinde görmekte. Yönetim erki sırçalı köşkte oturur, büyük koruma ordusu yanında dokunulmazlığı ayrıcalıkları vardır. Hemen herkes için söyleyecek bir şeyi var. Bunca dokunulmazlığın yanında aldığı ücret/maaş asgari ücretin kat kat üzerin de olurken bir de örtülü ödenekten sınırsızca harcama yapma yetkisine sahip. Ülke koşullarına göre geniş yetki ve yüksek gelire sahip olan için bu döngünün devam etmesi gerekir. Çalışanların örgütlü ya da örgütsüz olması hiç önemli değil geçinme koşullarını yoksulluk sınırı ve açlık sınırı altına inen bir gelir düzeyine çekti. Asgari ücrete sahip olmak mutlu olmak ile eşleştirildi. Emeklilerin durumu ise içler acısı.

Ülkede çalışan ve emeklilerin ücret ve maaş seviyeleri bir birine gittikçe yaklaştı. Yaşam koşulu yoksulluk değil asgari ücret ve açlık sınırı altına inerken 12 Eylül 1980'den beri toplumun üzerine serpilmiş ölü toprağı sessizliğini hala korumakta. Yönetici erkin bahşettiği maaş/ücret zamları ile yetinmeye çalışmakta. 4.Eylül 2008 de Ankara müftüsü Mustafa Hakkı Özer “hayırlı aylar” dönemine girildiği ve bu nedenle “zenginlik ölçüsüne uymayan memur ya da işçiye de fitre ve zekât verilebileceğini” söyledi. Aradan bunca zaman geçti çalışan ve emekli devletin belirlediği yoksulluk sınırını aşmadığı gibi genelini asgari ücret sınırına taşıdı. Çoğunluğu açlık sınırı altında geçinmeye muhtaç etti.

İslam’ın beş şartından yani farz olandan biri zekâttır. Zekât bir sadaka çeşididir. Dört çeşit sadaka vardır ilki farz olan zekât; diğerleri sünnettir. İlki Ramazan ayı içinde verilen fıtır ya da fitre; yer zaman belirlenmeden aynı ya da nakdi ihtiyacı olana verilir ki bu da nafile ve birde kişinin yakınları tarafından sağlığında ya da vefat ettikten sonra çeşme, okul gibi toplumun yararına yaptırılan sadaka-i cariyedir. Sadaka vermenin de önemli kriteri vardır ona “nisap” denir; 80 gramı aşkın altın, 5 devesi, 30 sığırı ya da 40 koyun veya keçiye sahip olması gerekir.

Günümüzde yurttaşların bırakın kefen parasını biriktirmeyi yaşaması için bile geçinmekte zorlanmakta. Aç ve açık yatıp tok görünmekte. Çalışanlar devletin belirlediği asgari ücret seviyesin de maaş ve ücret alabilirken emekliler asgari ücret ve açlık sınırı altında maaşlarını almakta. Bir de yöneticilerimiz var ki “bal tutan parmağını yalar” misali birkaç yerden maaş almanın yanında güçlünün yanında ve onun irili ufaklı yöneticisi bile olsa ayrıcalıklara sahip olmakta.

Devlet tamtakır olan hazinesini doldurmak ve borçları ödemek için kamusal hizmetlerine zam üzerine zam ve yeni vergiler salarken yurttaşı çalışan ve emeklisine sadaka düzeyinde maaş ve zam yapmakta. Devlet yurttaşına yaşamını idame edebilecek eğitim, iş ve maaş vermekle mükellef. Oysa yurttaş yokluğa, yoksulluğa, aç ve açıklığa mahkûm.

Devletin kara kaplı kitabının 2. Bölümünde “yurttaş” ne köle, ne maraba ne de sadakaya muhtaç bırakılır denilmekte. Devlet “yurttaşı için vardır ve onu koruyup kollamak birinci vazifesidir onu sadakaya muhtaç ettirmez” der.

Teşbih bu ya Hoca Nasrettin, her işe koştuğu hayvanı eşeğini ilkin az yemle sonra yem vermeyerek terbiye ediyormuş. Yem yemeyen hayvan açlıktan ölmüş. Komşuları Hocaya neden böyle yaptın diye sormuş. Hoca da “hayvan tam açlığa alışıyordu ki öldü”.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ali İbrahim Önsoy Arşivi