Ziya Şakir Yılmaz

Ziya Şakir Yılmaz

Kadar mısın keder misin?

Hanginiz yoğun duygular içinde, bedeninize sığamayıp “Yeter!” diyerek masaya yumruğunuzu vurmadınız? Kaçınız “Burama kadar geldi!” deyip kapıyı vurup çıkmadınız? Belki bu denli büyük tepki vermediniz fakat hatırlayın, hiç mi “Benden bu kadar,” deyip içinizden haykırmadınız? Mutlaka demiş, mutlaka haykırmışsınızdır. Eğer dememişseniz yaşamamışsınız demektir. Çünkü bazen ışıklar, kırıldığımız yerlerimizden içimize sızar.

Evet, sevgili okur; bu metnimizin anahtar kelimesi “Kadar.”
Neden mi? Gelin birlikte bakalım…

* * *

Yakın zaman öncesine değin sadece tıp alanında kullanılan stres kelimesi, şimdilerde neredeyse beş yaşındaki çocukların dahi dilinde. Sıkça stresle baş etme yöntemleri başlığında hem tıbbi hem doğa üzerinden eğitim ve öğretimlere rastlıyoruz.
Sevgili okur, ne ben bir doktorum ne de bu satırlar bir tedavi reçetesi...
Size bu konuda ne ilaç tavsiye edeceğim ne de nefes egzersizleri... Sadece başka bir yol göstereceğim. Bir konuyu neresinden ele alırsak farkında olmadan onun frekansında yol alırız. Ben, hayatımda sorun kelimesini kullanmam. Bunun yerine durum demeyi seçerim. ‘Bu sorunu nasıl çözerim?’ diye bakmakla ‘Bu durumu nasıl daha iyi bir hale dönüştürebilirim?’ bakışı arasında büyük fark vardır. Her ne kadar çözüm odaklı olsam da konu başlığım ‘sorun’ ise ister istemez beni aşağı çeken bir şeyler de hareket edecektir. Sorunlar, sorunun olmadığı yerde yaşarlar. Ve hemen her eğitimde dile getirdiğim gibi sorundan kurtulmak istiyorsanız son harfini çıkarın. Geriye kalanını da bir bilene sorun. Eğlenmek, rahatlamak, duygusal gerilimi azaltmak manasında kullandığımız ‘stres atmak’ diye sözümüz var örneğin. Ne kadar eğlenirsek eğlenelim, bu rahatlığımızı hâlâ stres kavramından yola çıkarak tanımlıyorsak, bir yanımız huzursuzluğun içinde demektir. Oysa ‘durum’ dediğimizde bizi aşağı çeken bir şey olmayacaktır. Öyle ise soru şu; stresi nasıl bilirsiniz? Eğer siz de stresi olumsuz, insanın yaşam kalitesini düşüren, yaşantımızda olmaması gereken bir şey diye görüyor ve inanıyorsanız; tüm ‘stresle başa çıkma yöntemleri’ veya ‘stres yönetimi’ ve benzeri başlıklar, üzerinizde bir yük yaratacak ve pek az eyleminiz olumlu sonuçlanacaktır. Neden derseniz, bir kavramın bizdeki tanımı olumlu değilse, iyileştirme çabaları da bundan doğrudan etkilenecektir.

Biraz daha açayım; dünya kardeşliğini kavganın içinden, dünya barışını savaşın içinden yola çıkarak tanımlıyor, istiyor ve bu minvalde hareket ediyorsak bilmeliyiz ki bir yanımız kavga, bir yanımız savaş içinde olacak demektir. Demem o ki iyinin tanımını kötü üzerinden yapıyorsak, kötü ile bağlarımız devam edecektir.
Bu yazımda size Psikiyatr Doktor Abraham J. Twerski’nin bir hatırasını örnek göstereceğim. Fakat önce stres ne demekmiş bunu ele alalım.

* * *

Stres
, İngilizcede modern yaşama özgü sıkıntı hissi, sürüp giden ruhsal gerginlikler manasına gelir. Biraz daha Türkçeleştirirsek doğrudan ‘sıkıntı’ da denilebilir. Ancak bu kelimenin serüveni Arapça ‘kadar’dan gelir. Kadar, aynı zamanda Keder demektir. ‘Yeter artık!’ deyip masaya yumruğunu vuran da ‘Burama kadar geldi!’ deyip kapıyı vurup çıkan da ‘Benden bu kadar!’ diyen bir iç isyan da gücünü Kadar!’dan alır. Bu iki kelime her ne kadar sözlükte aynı manaya gelse de psikolojimizde farklı hareket eder. Kadar, aynı zamanda kapasitedir ve dönüşmeye, gelişmeye açık imkan verir. Keder ise üzüntü, acı demektir.
Bu ince bir çizgidir. Şairin de dediği gibi ya dışındasınızdır çemberin ya da içinde yer alacaksınızdır… Kabuğumuzu kırmaz, olduğumuz halin üzerine çıkmazsak yani ‘Kadar’ımızı aşamazsak eğer sistem bunu doğrudan ‘Keder’e dönüştürecektir. Öyle ise kabuğun kırılması ne demektir?

Tüm kumaşların atası tırtıldır dersem her halde büyük konuşmuş sayılmam. Giyinip, dış etkenlerden korunabiliyorsak bu ‘tırtılın çilesi’ değil de nedir? Tırtıl, başka bir hale dönüşebilmek için önce kendi ördüğü kozasından çıkmak zorunda değil midir?
Sevgili okur; ne yaşıyorsak, nasıl sonuçlarla karşılaşıyorsak bunu kendi elimizle yapıyoruz. Duvarları ören de biziz, yıkan da. Biz ne isek tüm tanıdıklarımız, olaylarımız, konularımız bize ayna tutmak için vardır. Her birimiz, birbirimizin hayatında gönüllü birer görevlileriz.
Milyonlarca başarısızlık hikâyelerinin temelinde dışarıyı suçlama yok mudur? O yaptı! Onun yüzünden oldu! Beni okutmadılar! Onların yüzünden gidemedim! söylemleri ve dahası… Oysa yüzlerce başarı hikâyelerinin temelinde yine aynı sesler boy göstermiyor mu? Babam beni okula göndermedi! Annem izin vermedi! Arkadaşlarım dalga geçti! Sevgilim yapmamı istemedi! Peki, fark nerededir? Başaramayan kişiler sadece suçlamanın alanında kalmayı seçmiştir. Olgunlaşabileceği, kendilerini bulabileceği hatta uçabileceği bir kozanın içindeyken ‘onlar izin vermedi yoksa yapardım’ sözünü hayatının manşeti haline dönüştürüp yapabileceklerinden vazgeçmiş; Kadar’ın sularında, Kederin dalgalarına kapılıp gitmişlerdir. Aynı yoldan geçen başarılı insanlar tüm bu durumu bir fırsat bilip, belki ne yapacaklarını bilmeden fakat ne yapmayacaklarının bilinci ile kozalarının dışına çıkabilmiş ve makûs talihlerini dönüştürüp, özgürlüklerine uçabilmiştirler.

* * *

Deniz ve tatlı su diplerinde yaşayan ıstakozların hikâyesini duydunuz mu? Kışın ya derinlere inerler ya da kazdığı dar ve uzun geçitlerde yaşamlarını sürdürürler. Gece hayatını pek severler. Elbette insanlar gibi eğlenmeye gitmezler, aksine ürkek oldukları için gün ışığında yaşamanın zorluğunu pek âlâ bilirler. Her canlı gibi kendilerince ortalama bir ömürleri vardır; ancak dönüşümleri, tutumları, hayatlarını idame ettirebilmek ve büyümek için kendinden vazgeçişleri muazzam güzellikte bir doğa harikasıdır. Stres ve stresi nasıl görmemiz gerektiği konusunda bize bir hatırasını anlatan Amerikalı Psikiyatrist Doktor ve yazar Abraham J. Twerski, bir dişçinin ofisinde rastladığı, “Istakozlar Nasıl Büyür?” adlı makaleye göz gezdirirken karşılaştığı durumun insanlık için ne büyük bir öğreti taşıdığını fark eder.
Makalede narin ve yumuşak bir hayvan olan ıstakozun sert ve genişlemeyen bir kabuğa sahip olduğu yazmaktadır. Bu oldukça ilginç bir durumdur çünkü aynı canda doğası gereği büyümek zorunda olan bir ıstakoz ve yine doğası gereği genişlemeyecek bir kabuk vardır. Ve ikisi arasında kalan bir yaşam parçacığı!

İtiraf etmeliyim ki bu durum bana büyük oyuncu Kemal Sunal’ın Korkusuz Korkak (1979) filmindeki kiralık katil hikâyesini hatırlatmakta. Amansız bir hastalığa yakalandığını ve altı ay gibi bir ömrü kaldığını öğrenen başkarakterimiz, bu süreye sabredemeyeceğini söyleyerek, gününü de belirleyip, kendi hayatına son vermesi için bir katili kiralar. Ancak mafyanın da peşinde olması ve onu ortadan kaldırmak için büyük ödüllerle adamlar tutması da hikâyenin bir başka çatışmasıdır. Mafya için işler umulduğu gibi gitmez, peşinden gönderilen adamlar etkisiz hale gelir çünkü hayatına son vermesi için kiraladığı katil, kendisini adım adım izlemekte, anlaştıkları güne kadar başına bir şey gelmemesi için pürdikkat kesilmektedir. Filmin akışında başkarakterimiz, müstakbel katili tarafından korunduğunu öğrendiğinde “Hayatımı sana borçluyum,” diyerek ona teşekkür etmekle kalmaz, geceyi onun evinde geçirirken, üzeri battaniye ile örtüldüğü sırada, “Sen ne merhametli bir katilsin,” demeyi de ihmal etmemektedir.
Elbette bu mizahi hikâyeden kesiti, yazımızın kenar süsü olması için dâhil ettim. Ancak ıstakozların bir gerçeği var ki o da hayatta kalabilmeleri için kendilerini koruyan kabuğun, gün geçtikçe bir ölüm tehdidine dönüşmesidir. Ve bu bir film değildir. Istakoz büyümekte kabuğu ise genişlememektedir. Istakozlar büyümemeyi seçemezler. Ancak mevcut kabuğunun içinde sıkışmayı, baskı altında kalmayı ve kendi kaçınılmaz sonunu yani hayata veda etmeyi seçebilirler ki bu Kadar’ın Keder’e dönüşmesi demektir.
Gitmekle kalmak, ölmekle yaşamak, tamamla devam arasında bir karar vermek zorunda olan ıstakozlar, gelin görün ki bu süreç içinde avcı balıklardan da korunmak zorundadırlar.
Makalede kendini korumak için bir kaya oluşumunun altına gizlendiği ve bulunduğu bu yerde kendine dar gelen kabuğu üzerinden atarak yeni bir doğumu başlattığı yazmaktadır. Bunun olağanüstü bir durum olduğunu dile getiren Twerski, konunun burada kapanmadığını, asıl döngünün ise şimdi başladığını da ima ederek; ıstakozların bir süre kabuğun baskısından kurtulduğunu ancak zaman içinde, büyüdükçe yeni kabuklarına sığamadıklarını da ekler. Bu demek oluyor ki ıstakozlar yaşamlarının belli zamanlarında kabuklarını kırıp kendilerini yeniden onarmak, yaradılışları gereği tekrar tekrar kendilerinden yeniden doğmak zorundalar. Kendisi de bir doktor olan Twerski’nin tam burada söylediği oldukça dikkat çekicidir. Der ki; ıstakozların eğer bir doktoru olsaydı hiçbir zaman büyüyemezlerdi. Çünkü kendilerini baskı altında, rahatsız hisseden hastalarına antidepresan ilaç verip, kendilerini iyi hissetmelerini sağlar; her şeyin olağan akışında olduğunu kabullenen ıstakozlar, kabuklarını kırmaktan vazgeçerlerdi.

* * *

Sevgili okur, ıstakozlar üzerinden bize verilen anlam aslında şudur: Stres, sıkıntı, üzüntü ve dahası… Hayatın birer gerçeğidir. Ancak bilmeliyiz ki bu haller aslında bir alarmın uyanmamız için çalan sesleridir. Kimimiz büyüdükçe mevcut işlerinin kendisine dar geldiğini fark edecek, kimimiz çevresinin kendisini aşağı çektiğini görecek ve değiştirmek isteyecek, kimimiz de yapması, değiştirmesi, dönüştürmesi gereken türlü şeyleri kendinde keşfedecektir. Daralma, sıkılma, sıkışma hissettiğimizde hatırlamalıyız ki bunlar kendimize sığmazlığımızın birer göstergesidir. Bitmesi gereken bir konunun, büyümenin, gelişmenin, daha iyi bir hayatın, daha iyi bir “Ben olma”nın vakti gelmiş demektir. Yapılması gereken ne midir? Elbette kabuğumuzu kırmak ve kendimizi baştan aşağı onarmak, canlandırmaktır. Çünkü İbn Rüşd’ün de dediği gibi, “Yumurta dıştan kırılırsa yaşam son bulur. İçerden kırılırsa eğer yaşam başlar.” Her insan bir yere Kadar’dır ve kadar’lar aşılabilinir. Ancak hiçbir insan Keder değildir.
Peki siz! Kadar mısınız yoksa Keder misiniz?

* * * * * *
Kısa bir ara
Sevgili okurlar… Bildiğiniz gibi 46 haftadır aralıksız saygıdeğer Damga Gazetesi’nin bana ayırdıkları köşede kalem tutmaktayım. Kırk yedinci haftayı da dolu geçirmek adına size “Başarı Mühendisliği” kitabımdan bir bölümü sizinle paylaşmayı uygun gördüm.
Hem özelden aldığım mesajlardan, hem de yorum kısmındaki paylaşımlarınızdan sizden çok şey öğrenmekteyim. Bunun için teşekkür ederim. Mevcut işlerimin yoğunluğu aynı zamanda yeni kitap ve eğitim konularımın çalışmaları için bir müddet buradaki yazılarıma ara veriyorum. Bu mecrada buluşmamızı sağlayan Damga Gazetesi’ne de minnet duyduğumu bilmelerini istiyorum. Bu satırlar bir nokta değil, sadece üç nokta…
Sevgiyle kalın…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ziya Şakir Yılmaz Arşivi