Anahtaru bendedur

2023 seçimleri kapıya dayanmışken birçok belirsizlik, kuşku, kuralsızlık, kendi koyduğu yasaları bile eğip bükerek
“ben ne dersem o” gibi işine gelmezse kanun nizam tanımaz dayatmalar havada uçuşken, öbür yandan acaba bir
seçim olacak mı, olursa nasıl olur? Güvenliği ve güvenirliği nasıl sağlanır, yine bir oldu bitkiye getirilir mi?
Maazallah bir kaos ortamı yaratılıp bir çok masumun canı yanar mı? Toplumun bu denli kutuplaştırıldığı bir
ortamda ülke nereye savrulur gibi birçok endişe, ağır hayat pahalığıyla birlikte toplumsal mutsuzluk, iktidar ve
ortaklarının usul ve üsluplarında daha da tırmandırıldığını elimiz yüreğimizde izliyoruz.
Toplum gördükleri, yaşadıkları ve duyumlarına göre vaziyet almaya, bir tarafa iyice bilenip yada korkuyla diğer
tarafa daha fazla tutunmaya çalışan insan kalabalıklarına sürükleniyoruz. Dahası insanlar sağlıklı seçim yapma
bilincini kaybeden bir eşikte duruyor bence. Kararsızların oranındaki yükseliş ve sandıktan umudu kesme hali ciddi
bir sorun. Başta ülkeyi terk etme olmak üzere ciddi sosyolojik, psikolojik cinnet hali.
Aslında sistem, ben beni bildim bileli, bilmezden de önce bunu hep yapıyor. Bir türlü “normalleşemiyor” Her
zaman bunu yapıyor. Neden, diye her seferinde sormuşumdur. Çocukluk yıllarımı atarsak uzun yılların
deneyiminde anladım ki; Sermaye ve iktidar gücünü elinde bulunduranlar tarih boyunca bunu hep yaptılar. Çünkü
sorunlar üzerinden kendilerini var ediyorlar. Önce sorunu yarat, sonra onu çözmek için rakibinle kavgaya tutuş,
sistem içi “iyi polis kötü polisi” oyna, toplumu “ kötünün iyisine” razı et ki sistem devam etsin.
Hatırlayın, yakın tarihimizde 1980 öncesi krizler nasıl yaratılmıştı? Sonrası malum kitleler 12 Eylül darbecilerini
nasıl da kurtarıcı diye bağırlarına basmışlardı. Özallı yıllar 10 yıl boyunca tek başına iktidar. Özelleştirmeci,
piyasacı çark darbecilerden kurtulma havasıyla 1990’lı yılların, hatta bu günlere uzanan noeliberal, daha büyük
krizlerin alt yapısının temelleri atılıyordu. Tabii sistem büyük bir avantaj elde etmiş, sol işçi emekçi muhalefet
ezilmiş, sosyalist sistem dağılmış olarak “ değneksiz, fütursuz, hukuksuz ve üstüne de çatışmacı, güvenlikçi
politikalarla iktidarı egemen olanların “terörle mücadele” kılıfı soygun ve talanın üstünü örtmekten çokça
mahirdiler. Hem sorunun sebebi, hem yargıcı, hem de infaz memuru.
Kısaca bu ülkenin işinde gücünde alın teri ve göz nuruyla çalışan ve hak ettiği mutluğu arayan çocuklarına iyi bir
gelecek için çırpınan milyonlarca emekçi, milli sınırlar içine hapsedilmiş olarak tutunacak bir dal arayışında oradan
oraya savrulmaya mahkum ediliyordu.
Ama bu bir gerçeğin altını kalın kalın çizmeliyiz. Çok uzaklara gitmeden 1921 28 kanunisani ( 28 Ocak 1921
Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli) den başlayarak sola ve sosyalistlere, emeğin iktidarını savunan ve mücadele
edenlere yönelik düşman hukuku, başka bir dünyanın mümkün olabileceğine asla fırsat vermedi. Her seferinde
acımasızca yok edince meydan sistem içi sağ ve solumsu parti ve muhaliflere kaldı. Büyük değişimden yana
olanların eşit, özgür, adil ve adalet talepleri bu yapılar tarafından emilip sistem içi kötünün iyisine mecbur bırakma
hali her seferinde ve değişik yöntemlerle neredeyse değişmez kadere dönüştürüldü.
Son yirmi yıllık AKP- Fetö, daha sonra AKP –MHP iktidarların yol açtığı ekonomik yıkım, hem halk
kitlelerinde, hem de sermaye sınıfları ve uluslararası ortakları arasındaki paylaşım krizleri hat safhaya çıkınca,
hukuk sistemin toplumun bütün taraflarının mal mülk servet ve can güvenliğinin güvencesi olmaktan çıkıp, tek
elden toplanması sistemim “tamir- tadilatını” kaçınılmaz kıldı.
30 Ocak 6’lı Masa ya da “Millet İttifakı” seçim öncesi koalisyonunun programı tam da bir kez daha toplumun
önüne “kötüsünün iyisi” seçeneğini koymuş durumda. Kırk katır mı? Kırk satır mı? Ölümü gösterip sıtmaya razı
etmek. Sunulan programın ekonomik tadilat dışında, demokratik değişim, dönüşümden çok, devlet
kurumlarındaki eskiye benzer tamiratla işi idare etmek. Beş sağ parti, bir solumsu merkez sol haydi hayırlısı!
Denilir ki bu tek adam rejiminde kurtulmak için başka ne yapabiliriz ki? Doğrudur elimizde ki bu. Ama bunun
“aynı şeyi tekrar tekrar yapıp faklı sonuç beklemenin aptallık olduğu “ gerçeğini unutmamızı gerektirmiyor.
Lakin bu kez sistemin kimyasını bozan, uykularını kaçıran, altı partiyi bir araya gelmeye zorlayan, iktidar blokunu
çılgınlaştıran “Emek ve Özgürlük” ittifakının doğuşu, geçmiş deneyimlerden farklı olarak sistemin kuyruğunda
kötünün iyisinine mahkum olmanın duvarlarını yıktı. Demokratik muhalefeti sürüklenmek yerine, oyun kurucu

gücü, ezilen, sömürülen, ötekileştirilen halk kitlelerine başka bir dünyanın mümkün olabileceğinin kapısını araladı.
Siyaset denklemi bundan böyle Cumhur İttifakı- Millet İttifakı sistem içi, Emek ve Özgürlük ittifakı- Sosyalist
Güç Birliği’nin sistem dışı temsil ettiği dengeler üzerine kuruluyor. Kısaca üçlü ayak gibi görünse de ki fiili olarak
öyledir. Asıl iki temel yapılanma arasındaki sosyal, siyasal ve ideolojik mücadele ekseni siyasete şekil veriyor.
Başka türlü olsaydı %15 leri aşan bir temsiliyet gücü tek adam rejimine son vermenin en mantıklı, an akılcı, en
kolay ve demokratik yöntemi olduğunu bilmeyen, anlamayan var mı ki Emek ve Özgürlük İttifakı- Sosyalist Güç
Birliği yok sayılır? Cevabı çok net ve açık değil mi? Gemi batarsa batsın ama “Kürt anasını görmesin”. Çoğulcu,
katılımcı, laik demokratik cumhuriyet isteyenler bir taraf, Cumhur ve Millet İttifakları bir taraf. Yani tarihsel sınıf
kavgasının zamanın ruhuna uygun değişkenlik gösteren, somut şartların somut sonuçları budur bence.
Sistem içi iktidar ve muhalefet arasında ne kadar derin çelişki ve muhalefet etme üslup ve dili ne kadar sert olursa
olsun kapitalizmin sınıfsal gerçekliği değişmez. Dün birbirlerine en yüzü açılmadık hakaret edenlerin bu gün kanka
olmaları başka türlü nasıl izah edile bilinir ki? Üstelik yeni değil, daha 2014 seçimlerinde CHP – MHP Ekmelettin
vakası hafızalarda hala tazeyken.
Ancak diğer tarafta, herkesin canının yandığı, geminin bilinmez karanlık sulara dümensiz sürüklendiği bir
ortamda gemiyi kurtarmak birbirine çok uzak ve çok yakın bütün taraflara zorunlu görevler yüklemiştir. Eskiden
kurtarma filikalarına birinci sınıf kamaralardakiler binermiş. Millet İttifakı istese de istemese de artık üçüncü sınıf
kamaralardakiler de tayfalar da binmek istiyor.
Temel ile Dursun İstanbul’a gitmek için gemiye binerler, yol uzun, hava soğuk, parasızlıktan güvertede yolculuk
ederler. Üşümemek için horon vurmaya karar verirler. Horona kendini kaptıran ikili oynaya dursunlar, fırtına
Temel’in bavulunu denize savurur. Dursun Temel’e “ ula Temel bavulun denuze düşti” der. Temel hiç oralı olmaz
horunun ritmi içinde “merak etme Dursun anahtaru bendedur, anahtarı bendedur” diye horona devam eder.
Yüzlerce yıldan beri kanatılan yaraların acıların, yanıp yıkılan kıyım ve katliamların küllerinden doğanların
“anahtarı” olmadan bu gemi kurtulmaz. Umudu büyütme zamanı. İsteseniz de böyle istemeseniz de.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hasan Baki Arşivi