Ali İbrahim Önsoy

Ali İbrahim Önsoy

Devlet ve kamu kurumları mı zengin yoksa yöneticiler mi?

Devlet günümüzdeki yapısına kovuşana kadar çok uzun yıllar geçti. Her geçtiği dönemden bir şeyler öğrendi ve yaşama geçirdi. Devlet kurumları, iktidarı kim elinde bulunduruyorsa ona göre biçimlendi. Yani “devlet” kamusal görüntüsü içinde yöneticilerin ve yönetimden nemalananların oluşturduğu bir kurumsal yapıdır.
Geçen yüzyılın başında bu topraklar üzerinde altı yüzyıldır yönetici olan aile ve etrafındakiler şaşaalı günleri yaşamak için tamtakır olan hazineye rağmen iç ve dış borçlanmaya gittiler. Her şeyin bir karşılığı/bedeli olduğu gibi ülke topraklarında ticaret yapma, ticaret yollarının açılması, açılan bu yollar üzerinde madenlerin işletilmesi hatta daha da ileri giderek ülke parasının basılmasını ellerine geçirdiler. Zaten vergi toplama işi ihale usulü mültezimlere ve yerel güçlere verildiğinden yurttaşları soyan haramiler yönetimdeydi. Kapitalist/emperyalistlerin kendi aralarındaki pazar paylaşım çıkar çelişkisi sıcak savaşı dönüştü. “Bir koyup on alma” düşüncesi devasa büyüklükteki ülkeyi aslında batılı k/e ülkelere altın tepside sundu ve paylaşılan parçalanan ülkemiz oldu.
Yurt dışından alınan dış borç ve savaş tazminatı gereği asker terhis edildiği gibi silahlarını da teslim etti, ülke diye bir yer kalmadı, sadece Anadolu’nun iç kısmında çorak arazili küçük bir yer bırakıldı. Kutsal topraklar dedikleri yerler ile debdebeli yaşamlarını sürdürenlerin kentleri ve sarayları tek tek ganimet olarak savaşı kazananların eline geçti ve birde hem savaş tazminatı hem de eski borçlar Anadolu’nun içindeki o çorak araziye bırakılan topluluğun üzerine yıkıldı. Devlet diye bir şey olmadığı gibi bunu oluşturmaya çalışanlara hain diye bakıldığı görüldükleri yerde tutuklanmaları idam edilmeleri istendi. Yönetimi elinde bulunduranlar Batının ekonomik politik sistemine bağlı kendi ayakları üzerinde durmaya hakkını savunmaya ve dayatılan baskılara ancak kendi payına düşeni öderken bu bedeli ülke topraklarında yaşayanlarla birlikte ödedi.
Ülke borçlarını öderken kendine yeter duruma gelmeye, ithal ikameci kalkınma bile olsa sanayisini kurmaya madenlerini işletmeye başladı. Ülkenin birçok yerinde tarıma dayalı sanayi işletmelerini kurdu, demiryolu, ulaşım, haberleşme, altyapı hizmetlerini kamusal sorumluluk gereği üstlendi. Devlet kamu iktisadı teşekkülü (KİT)yatırımlarını yaparken yeni iş sahaları açıp tarımdaki topraksız ve işsizleri köyden kente taşıdı. Kamuda çalışmak bir ayrıcalık olurken eğitim ve öğretim kurumları kamusal bilinci geliştirdi. Dış borçlar ve tazminatlar ödenirken ülke kendine yeten bir konuma geldi. Yine II. Pazar paylaşım nedeniyle savaş başladı, ülkeyi dışarıdan bu savaşa çekmek isteyen olduğu gibi ülke içinden de bu savaşa sokmak isteyen oldu. Tüm bunlara rağmen devleti yönetenler ve yönetilenler borçları ödedikleri gibi kamusal zenginlikleri de yaratıldı.
Kamusal zenginlik, yurttaşların sahip oldukları gayrı menkullerine ve gelirlerine göre alınan vergiler yine yurttaşlara su, kanalizasyon, ulaşım, iletişim, demiryolu, karayolu, hava yolu, deniz yolu, elektrik, eğitim/öğretim, sağlık ve güvenlik devlet hizmetinde güvencesinde ücretsiz ya da ücretli olarak geri dönmekte. Hatta tarımsal birçok malzeme devlet tekeline alınarak yurttaşa ucuz verilmesi sağlanırken aslında hem üretici hem de tüketici korunmaktaydı; zeytin, süt, şeker pancarı, pamuk, ayçiçeği, fındık, çay ve tütün bunlar başta geliyordu.
II. paylaşım savaşı sonrası özellikle 1950 li yıllardan itibaren devlet yönetiminde tekrar Batı hayranlığı ve onlardan gelecek hibe/bağışlarla uyuşuk ve tembellik müptelasına tutuldular. Devlet onların belirlediği biçime sokulurken “her mahallede bir milyoner” yetiştirmeye başladı. Başta NATO ve ABD olmak üzere eğitimden sağlığa, içtiğimiz sudan yediğimiz ekmeğe varana kadar hemen her şeyde belirleyici olurken kendine hizmet edecek yöneticileri perde arkasından belirledi. Kamu sektörünün ekonomide ve sanayide önemli mekanizmalara sahip olması ve gittikçe büyümesi kendi tekelci kuruluşlarına engeldi. Kamu kurumlarının hem işçi ve çalışan istihdamı hem de sektöründe tekel olması devlet bütçesine önemli katkı oluyordu. Devlet dış borç yapacağına bu kurumları çalışır konuma getirmesiyle ekonomik olarak güçlü olurken kurumsal olarak da zenginleşmekte, buna mukabil Osmanlının borçları ve savaş tazminatı yüksek faizlide olsa dış borçlar ödendi.
Dış borçlar kamu kurumlarının kurulup çalışmasıyla ödenirken yeni iş sahaları eğitim kurumları ihtiyaca göre belirlenmeye başladı. Fakat Batıya hayranlılık akabinde bağımlılık müptela konumuna kadar vardı. Bağışlarla alınan makinelerin ve askeri uçak, gemi ve diğer teçhizatların bakım ve onarımı dışa bağımlılığı göbekten bağlarken, alınan dış borçlarda paramızın değerinin katbekat düşmesiyle faizleri bile ödemede zorluklar başladı. Zamanında ödenmeyen faizlere karşılık İMF ve Dünya Bankası kredi veririm ama benim istediğim planlama yapılacak dendiği için kamu kurumları çalışamaz hale getirildi, dış alımda sınırlamalar kalktı, ülke de üreticisi korunmadığı için iflaslar ve işletmeler kapanmaya başladı. Bununla da yetinilmedi ülkede askeri darbeler yapılarak çalışanlar ve küçük üretici daha da yoksul konuma getirildi. Kamunun üretim ve pazarlamadaki tekelini kırmak için ülke parasının koruma değeri kanunu değiştirildiği gibi dış alımdaki vergiler kimi mallarda sıfırlanırken yerli üreticiler onlarla rekabet edemez hale getirildi. Kamu kurumları hantal ve işlevsiz denilerek özerkleştirileceğine özelleştirilerek uluslararası tekel ve onun yerli işbirlikçilerine çok ucuza satıldı.
Kamu kurumları 1950’li yıllardan itibaren hükümeti elinde bulunduran partilerin arpalıkları oldu. Buralar partililerin işe giriş yerleri olurken seçilemeyen adaylar ise yönetim kademelerinde görev verilerek verimli çalışması engellendi. 24 Ocak 1980 ekonomik tedbirleri ve devamın da 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ve baskı dönemiyle İMF ve Dünya Bankası başta olmak üzere ülke tam göbeğinden bağlandı. Büyümenin yavaşladığı, işsizliğin arttığı, yüksek bütçe açıklarının verildiği ve dış borçların paramızın değer yitirmesiyle faizlerini bile ödeyemez hale gelindiği bir ortamda 1980’li yılların ortasından itibaren 1990 ve 2000’li yıllarda kamu kurumlarının hızla elden çıkarılması özelleştirilmesi hükümetlere ek gelir sağlamaya dönüktü. Ancak devlet/kamu borçları hızla artarken özelleştiren kamu kurumları yaraya merhem olamadı. Yapılan özelleştirme kamu servetini de         yoksullaştırdı.
Kamu kurumları “ hantal ve verimsiz, külfet oluşturdu” diyen de devlet yöneticileriydi ve özerkleştirme değil özelleştirme yaparak bu kurumları bir bir satarak sözde borçları ödemek hedefleriydi. Kamu kurumları mevcut arazileriyle birlikte satıldı ama hala borçlar bitmedi. Keza yaşanan bu durumda devlet/kamu kurumları yoksullaşırken yöneticiler seçilen ve atananların kişisel zenginliği hızla artar, vatandaş daha da yoksullaşır. Bugünlerde yaşanan ekonomik ve sosyal kriz nedeniyle satacak kamu kurumu gittikçe azalmakta, yurttaşların temel ihtiyaçları daha düne kadar ülke içerinde üretilirken günümüzde dış alımı yapılarak bağımlılık daha da arttırılmakta. Peki, yaşanan bu krizde devlet neyi satacak ya da neyi teminat gösterecek?
Devlet yurttaşa cüzi miktarda yardım yaparak, manevi inançlara yönlendirmekte; ülkemiz gibi gelişmekte olan ülke yöneticileri (!)yaptıkları iyilikleri sevapları(?) kendi havuz medyasında ballandırarak anlatmakta. Yöneticiler ülke de üretim ve iş sahalarını verimli kullanıp toplumsal bilinci, bilimsel temelde kullanma yerine kulluk/biat inancını yerleştirmeye çalışmakta.
Devlet yönetimi, yüz yıl önceki hatalardan dersler çıkarmadığı gibi aynı hataları kamu kurum kuruluşları satarak yapmaya devam etmekte…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ali İbrahim Önsoy Arşivi