Heybeliada'da virüssüz bir gün

Koronavirüs belası henüz yokken; güneş içimizi daha da bir ısıtır, rüzgar tenimizi daha da bir üşütür ve bakışlarımız birbirimize daha da bir değerken... Henüz yeni yağmıştı yağmur. Toprak kokuyordu etraf. Heybeliada'da idik. Ben ve Kamuran. Kamuran iyi kızdı; kavruk esmer teninde olmadık aydınlıklar saklar, gülümsemesi ile dünyamı aydınlatırdı. Barbayani diye bir Rum bir ihtiyarın işlettiği meyhanede oturuyorduk. İnce ince müzik sesi geliyordu kulağımıza. Stelios Kazancidis çalıyordu; “Bekledim de gelmedin, sevdiğimi bilmedin...” diye.

“Ne güzel şarkı dimi Anıl?” diye soruyordu Kamuran. Ben hiç hayırsız, hiç sorgulamadan; yanında şaire dönüşmüş bir çocuk olarak; “Senin yanında her şey güzel, her şey çok daha anlamlı Kamuran” diyordum. “Yaaa” diyordu sevimli küçük kız çocukları gibi. Yanağını okşuyordum... Sonra teni beyazlıktan neredeyse ruha dönmüş sarışın ve kaşları varla yok arasındaki ihtiyar Rum; barbunya pilaki getiriyordu masaya.

“Çok seversin pilakiyi” diyordu Kamuran. “Seni sevdiğim kadar değil.” diyordum. O gene küçük bir kız çocuğuna dönüşüyordu. Böylesi bir “aşk” tezahüratının içinde; ben ilkokulu bugün bitirmiş, karnesini almış ve yaz tatiline gidecek mini mini birler gibi mesuttum. İçimdeki “çocukça” sevinç kuşkusuz aşktan geliyordu ama; rakı da malum...

Stelios'un şarkısı bitti sonra. Yaşar Özel çalmaya başladı. “Bekledim de gelmedin” diyen Stelios'a cevap gibi; “Bir gece ansızın gelebirim...” diyordu. Aklımın içinde Ayşe tatile çıkıyordu; gönlümde Kamuran ayaklarının parmak uçlarında bana doğru geliyordu. Deniz görüyordu masamız. “Anıl deniz ne güzel değil mi?” diyordu Kamuran; hep bir onay istiyordu, ben de hep onaylıyordum o'nu. Bir saatten sonra her şeyden habersiz ellerimiz ellerimizde, gözlerimiz gözlerimizde. Şarkılar seni söyler değil bizi söyler olmuş. Barbunya pilakisi, patlıcan ezme, yoğurt ve kalamar ile yarım yamalak içilen sigaralarımızın kederli dumanı şahit buna. Aklımıza, gönlümüze hamervahlık katan rakımız da şahit buna...

Dördüncü duble rakı da artık “Yanıyor mu Yeşil Köşk'ün lambası” diyen Müzeyyen Senar çalarken, “Hiç ayrılmayalım Anıl olur mu?” diye sordu Kamuran. Tuttum ellerini, baktım gözlerine. “Hiçbir zaman ayrılmayacağız” dedim. Öyle bir dedim ki; 7 kıtaya hükmeden krallar gibi. Tekrar gülüştük sonra. Leylak kokusu, akşam mehtabı ve ince bir yaz akşamının içine sarılmış rüzgar yanıbaşımızda idi. Mutluyduk. Kahkahalarımız sarıyordu adayı. Barbayani'den çıktığımızda Aya Yorgi Manastırı'nın önünden sarhoş adımlarla geçiyorduk. Belinden sarmıştım Kamuran'ı. Arada durup durup dudaklarında birkaç yaşamak sevinci buluyordum. “Hadii çabuk şapsal vapur gidecek” diye çekiyordu ellerimden... Telaşlı-telaşsız aşık-aşık yürüyorduk öyle. Beşiktaş iskelesine döndüğümüzde bir daha hiç ayrılmayacağız sözünü anımsattım o'na...

Sonra koronavirüs salgını, pandemi, kapanan mekanlar. Barbayani bile 70 yıllık meyhane olup da böyle kötü zaman görmemiş. Ayrıldık Kamuran'la.

Neden görüşemiyoruz diye sorduğunda bana;

Koronavirüs ve kötü zamanlar dediğimde,

Virüsünde senin de canı cehenneme demişti...

Talihsizdik, talihsiz. Şimdi bu pazar sabahı. Kahvemi içip Stelios'u dinlerken anmak istedim. Bakın açtım son ses Kamuran'a ve gelmeyen herkese;

BEKLEDİM DA GELMEDİN...

Olmayınca olmuyor...

Kamil çok seviyordu. Sevmek hava kadar ağır, su kadar berrak, şu yeni doğan gün kadar gerçek ve esaslıydı. Sevmek zor şeydi. Ve bittabi sevmek her zaman seni kurtaramazdı. Kurtarmadı da…
“Sevmek yetmez Kamil” derdi. Haklı. Sevmek yetmez; istenilen adama dönüşmelisin, arzu ettiği hayatı kazanmalısın bütün bunlar için mücadele etmelisin, etmiyor ve öylece durup sevginin yetmesini bekliyorsun. Seni Kamil seni…
Ve işte Kamil. Şimdi dört duvar. Kırışık çarşaflar, hikayesi olmayan yastık kılıfları, gri bir sabah ve “günaydın” diyecek birinin bile olmaması. Sevmek yetmedi Kamil. Ama kendini suçlamamalısın. Kadınlar böyledir… Her biri mükemmel erkeği arar. Sen de pek mükemmel sayılmaz Kamil. Üstelik kadınlar mükemmel erkeği bulsa da iflahını, feriştahını, yaşama zevki ve umudunu boşa atmakta çok maharetliler…
Yirmi birinci yüzyılda sevmek erkeklerin işidir. Kadınları sevmeye hazır milyonlarca erkek vardır ah pardon sevmeye mi dedim? Kendine gel Kamil. Gerçeği ikimiz de biliyoruz. Sevişmeye demeliydik. Elbette sevişilecek kadınlar da var. Ama sevilecek olanı bulup da kaybetmek, başka birinin kollarına gittiğini bilmek… Çok kolay harcanmış hissetme kendini. Hayat böyledir. İyi bir sol kroşe yumruk yemişsin gibi düşün. Canın acısın ama yıkılma. Sallan ama düşme.
Henüz Kamil'in hikayesi bitmedi çünkü. Hey hem sen buna yumruk mu diyorsun. Daha sağlam bir sopayı hak ediyorsun Kamil, daha sağlam bir sopayı…

Bir kaçış hikayesi

Kamil hep olması gereken yerde olmadığından şikayet eder ve olduğu yerden asla memnun olmazdı. Şimdi olduğu yerden çok uzakta bir yerlerde olmalı, gecenin sessizliğine kendini kaptırıp, sıcak sıcak kahvesinden bir yudum alabilmeli ve huzuru hissetmeliydi…
Lakin istemek bu hayatta çok sıradan bir şeydi ve milyarca insana özgüydü. İstemenin fazlasını yapmalı, istedikleri için bir yön çizebilmeliydi… İyi de tutsak insanlar yön çizemezdi ki…
Kamil de tutsak birisiydi. Sabah 4'e kadar da uyumasa sabah 9 da işinde olmalıydı. Bütün gün iç sıkıntısından dem vursa da sızlanmadan işini yapmalıydı. Ay sonu gelecek kredi kartı ekstresini ödemek için, faturalarını ödemek ve dışarı çıkıp iki, üç şişe küstah bira şişesiyle “hoş olmak” için razı gelmişti tutsaklığa…
İhtiyaç bile denemeyecek “maddi” bazı endişe ve kaygılar herkes gibi onu da esir etmişti işte. Bir of çekti Kamil…
Saate baktı. 03:13 yazıyordu. Sessiz ve karanlık öyle muhteşemdi ki; “Keşke hiç sabah olmasa, hiç güne başlamasam” diye düşündü. Beyaz tavana odaklanıp, olmayacak her türlü şeyin hayaliyle uykuyu bekleyen Kamil'i bu sefer hiç beklemediği bir şey karşılamıştı.
Hissiyat ve talepleri adeta yargıç tarafından reddedilmiş de eline kocaman bir “REDDEDİLDİ” kağıdı verilmiş gibi şoka uğramıştı Kamil. Beyaz duvara kilitlenen gözlerinin içi kızarmış, bugüne kadar attığından bihaber olduğu kalbinin sert ve hızlı çarpıntılarına kulak kesilmişti. Nefes alıp verdiğini fark etmeye başlamıştı. Bilmek kötü bir şeydi… “Ölüyor muyum?” acaba diye düşündü Kamil. Bir süre bütün bu tepkimenin büyük bir şaka olacağına inandı ve geçeceğini düşünerek, 10 dakika boyunca derin derin nefes almaya devam etti.
Fakat çare etmedi. Kamil'in nefes alışverişleri hızlandıkça kolları, bacakları uyuşmaya başlıyordu… “Tamam” dedi Kamil; “Demek bu kadar çabuk gelecektin” diye söylendi. Kalp krizi geçiriyor olmalıydı…
Titreyen elleri, çarpan kalbi ve her an kesilecek gibi olan nefesiyle birlikte yatağından kalktı Kamil. Bir taksi çağırıp, hastaneye dedi…
Kimbilir belki doktor yarın işe gitmemesi gerektiğini söyler ve kendisine bir rapor verirdi… Kamil bu ihtimali düşünürken çarpıntısı azalmış, nefes alıp verişi normale dönmüştü…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi