Yaşanmışlıklar ve anılar

Bayram günü siyaset konuşmak olur mu? Olmaz tabii. Bunun yerine hayata dair, dünyaya dair, anılarımıza ve yaşanmışlıklarımıza dair gerçekliklerden söz açmak isterim. Geçmişte yazdığım İzmir anıları ve diğer yaşanmışlıklara ilişkin detayları sizin beğeninize sunmak bunun için tam da uygun fırsat gibi;

Büyükpark'ta küçük şeyler

Yitik geçen günler, zamanlar. Öğrenciyiz henüz. Bornova'nın sakin ve bedeli yüksek Süvari Caddesi'nden süzülüp, Büyükpark'a çıkmak için yürüyoruz. Alsancak'a gitmeye üşenmiş ve 20'li yaşlarının başında kendini “yorgun” hisseden birkaç adam ve kadın, Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nin önünden geçiyoruz. “Neyse ki geldik” diyor içimizden biri. Kimdi şimdi anımsamıyorum. Geldiğimizin farkında olmamıza rağmen birimizin sesli olarak bunu dillendirmesi hepimizi uyandırmıştı. “Eee bir şeyler almak lazım” diye kararlaştırdık. İçinden asla peynir çıkmayan peynirli poğaçadan, zeytinin hiç değilse kokusunu veren zeytinli açmadan almışız maksat doymak değil açlığı bastırmak. Üç beş de bira var zaten. Sonsuz yaşam pınarı…
Kültür merkezini elimizdeki nevalelerle birlikte geçiyoruz. Büyükpark'ın ortasındaki gösterişsiz ve anason tütünü kokan nargilecileri ve çay bahçelerini de geçiyoruz. Alabildiğine yeşillik, banklarda tek başına oturan emekli amcalar ve çimlerde oturup birbirlerinin boynuna öpücükler konduran sevgililer arasından geçiyoruz.
“Lan oğlum oturun artık bir yere” diyor arkadaşlardan biri. Hakikaten ha amma yürümüştük. Bir çınar ağacının altını uygun gördük arkadaşlarla. Burası “hoş” demişti kız arkadaşlar da. Hay hay o zaman demiştik. Erkekler bağdaş kurup oturmuş kızlarda bacaklarını hafif kırıp ne oturur ne oturmaz bir halde vaziyet almışlardı.
Saygın ve bakımlı çimlerin üzerinde biraz mahcup ama eğlenceli ve kendimizden emin oturuyoruz. Parkın müdavimi ve gerçek sahibi köpekler, kediler geçiyor yanımızdan. Zaten içinde peyniri olmayan peynirli poğaçayı paylaşıyoruz arkadaşlarla.
“Maşallah ekip sağlam” diye bir ses geliyor o esnada arkadan. Hep birlikte dönüp bakıyoruz. Eskilerden bir amca. Üzerinde “Bornova Belediyesi” yazan pembe bir bankın üstünde oturuyor. Eskilerden dediysem kafa kağıdındaki doğum senesi ha. Ben diyeyim 60 sen de 70 o aralıkta bir amca. Biz hepimiz birbirimize baktık arkadaşlarla. Tanıyan var mı diye. Kimseden tık yok. Amca bizim sessizliğimizi hamlesini yapmayan acemi bir boksöre sol kroşe çakar gibi bir kez daha bastırıp konuşmayı sürdürdü. “Gençken iyi arkadaşlıklar çok önemli” dedi.
Tabii der gibi doğru der gibi kafamızı salladık. Hepimiz klasik yaşlı amca teyze ve öğrenci muhabbetinin bir benzerini yaşayacağımızı tahmin ediyoruz. Amca birazdan sen ne okuyorsun, o ne okuyora filan bağlayacak, biliyoruz, eminiz. Ama hay Allah. Bu adam sormadı…
Emekli askerim ben de dedi ve devam etti hikayesine; Biz Harbiyeliyiz tabii. Sizin zamanınızda aynı kavak yelleri bizde de var. Ama biz de haytalığa askeri dsiplin münasebetiyle çok müsamaha yok. Gene de arada kaçıp giderdik İstanbul'da boğaza yakın bir rıhtıma. Bir arkadaşın eniştesinin yaptığı boğma rakılardan içerdik….
Amca anlatıyor biz boyuna; eee diyoruz. Sonunda ilginç bir hikaye duyacağımıza eminiz. Ne bileyim amcanın arkadaşı trajik bir şekilde ölmüştür, sevdiğine kavuşamamıştır. Öyle bir son bekliyoruz bu anlatıda ve amca anlatıyor; “İşte öyle günlerdi” diyor biz “eee” diyoruz.
Eeee'si bu canım dedi amca.
Haa dedik hep birlikte.
Sıradan bir gündü ve sıkılmaya başlamıştık. “Keşke Alsancak yapsaydık ya” dedi bir arkadaş. Doğru diye onayladık hepimiz.
Poğaçalar yenmiş, biralar içilmiş, yalnız bir insanın muhabbetine ortak olunmuştu. Bakalım deniz kenarında ne var ne yoktu. Kalktık ve Topçu Tugaylığını geçip, metroya varmak için yürümeye başladık…

Bornova günlükleri

Öğle vakti yavaş yavaş İstanbul’u terk etmekte, akşam tüm karanlığıyla üzerimizi örtmek için telaşlı bir şekilde yaklaşmaktaydı. Ne gelecek karanlıktan ne de yitirdiğimiz cılız öğle güneşinden medet ummuyorduk. Hayat bize hiç kimseden medet ummamak gerektiğini öğretmişti. Herkes kendi için yaşıyor, kendi için mücadele ediyordu. Olur, da yere düşersen kimse tekrar kalkamamanı dert etmezdi. Her türlü ağır hezimetlere açık olan bu hayatta kötülüğün bilincinde olmanın verdiği rahatlıkla birlikte birkaç iyi adam oturup bira içmiştik…
Hava kararıp da akşam olduğunda bir şeyler mi yesek telaşına düşmüş ve ne yiyeceğimiz üzerine epey bir tartışma yapmıştık. Bir klasik olarak bira üzerine tüketilen kokoreç, ıslak hamburger yahut midye gibi teklifler değerlendirilse de; bütün bu yiyeceklerin abur cubur olduğuna kanaat getirip soluğu Aysel Abla’da almıştık.

Aysel Abla; Bornova’da ev yemekleri yapan bir mekândı. Hatta ne biri, iki tane olması lazımdı. Birisi Süvari Caddesi üzerinde diğeri de bizim meşhur Empas’ın az ilerisinde olacak. Her neyse. Bize Empas’ın yanındaki daha yakın olduğu için oraya gittik. Çorba, sulu bir yemek, pilav ve tatlı tercihleriyle seçtiğimiz 4 çeşit yemeğe 4 lira vererek; şaşkınlık içinde birbirimizin suratına bıraktık. “3 kişisiniz toplam 12 lira yapıyor” diyen kasadaki pos bıyıklı amcanın bizimle kafa bulmadığını anlayınca “hay hay” diyor ve ücreti takdim ediyoruz. Akabinde limon kolonyası ile ellerimizi boca edip oradan çıkıyoruz…

Aradan yıllar geçiyor, aylar geçti. Tekrar Bornova’da aynı bira sever ekiple bir araya geldik. Artık eskisi gibi kendimizden emin değildik. İşsizlik, parasızlık, geleceğe dair beslediğimiz karamsar ve iç burkan vaziyetler bizi daha ürkek insanlar haline getirmişti. “Bir bok olamamanın” verdiği kederle biralarımızı içmiş, eski günlerden söz etmiştik. Eskiden hayat ne güzeldi be değil mi? Cümleleriyle birbirimizi onaylarken tekrar yemek yemek fikrinde anlaşmıştık. “Tamam o zaman hadi Aysel Abla’ya gidelim” demiştim. 4 çeşit yemeğin 4 lira olduğu günler yerini 10 liraya kadar bırakmıştı. Hoş 5 sene evvel 8 liraya içtiğimiz birayı da 15 liraya içiyorduk. Hayat hep pahalılaşıyor ve biz gitgide fakirleşiyorduk.

“Böyle olmaz aga” dedi Mete. Ne olmaz diye baktık meraklı gözlerle Mete’ye. “Hayat abi. Hayat. Allah aşkına bu nedir ya? Bir bohem bir bıkmış haller hep şikayet, hep şikayet. Boşverin abi” diye bizi relax olmaya davet eden tüm cümlelerini bir mermi gibi üzerimize boşaltan Mete’ye; tavsiyen ne oğlum diye sormayı akıl etmemiz, onu susturmaya yetti. Mete’nin bir tavsiyesi yoktu. “Hadi bir Alsancak yapıp gelelim” demekle yetinmişti.

“Olurrrr” diye hep bir ağızdan onaylamıştık. “Tren Üçyol yönüne gider” sesiyle devam eden yolculuğa Konak’ta son verdiğimizde, “Şimdi ne yapacağız?” bakışlarıyla birbirimize süzmüş, akabinde bir klasik olarak tekelden biraz bira alıp, kordonun meşhur çimlerine yayılmıştık.
“Hava güzel ha. Bizim havamız da güzel” demişti Mete. “Yani” dedik “eh” dedik. Neden hiç keyif alamıyor yahut mutlu olamıyorduk? Hayat pahalılaşıyor biz yaşlanıyor biz fakirleşiyor biz gitgide daha umutsuz vakalar halini alıyorduk.

Bir Kızılderili bilgeliğiyle ufka bakarken; “Sevdiğimiz kadar sevilmedik. Sevildiğimiz kadar sevmedik. En önemlisi aitlik hissedecek kadar sahip olamadık” cümleleri döküldü ağzımdan. Mete ve diğer çocuklar şaşkın, şaşkın yüzüme baktılar.

“Hadi abi gidelim istersen” dediler. Hayatınıza dair gerçeklik taşıyan bir sözle karşılaştığınızda orayı terk etmek en iyisiydi. Bu nedenle arkadaşlara uydum ve eve dönmek için tekrar metroya bindim. “Tren Bornova yönüne gider” sesiyle huzur dolu bir ninni dinliyormuşum gibi gözlerimi kapatıp uyudum.

Leonard Cohen'e!

Havalar soğumuştu. Dışarıda yağmur çiseliyordu. Ne mavi ne siyah, bohem bir grilik yapışmıştı sanki gökyüzüne. Böyle havalar yazar olmak ya da ressam filan olmak için birebir diye içinden geçiren Kamil, kitap yazacak mecali ve yeteneği olmadığından kendini sokaklara atmayı tercih etti. Yazar olamayacak bile olsa iyi bir okuyucu ve gözlemciydi. “Gidip dışarıda neler oluyor bir bakalım” diye düşündü…
Evden çıktığında soğuk rüzgarı yüzünde hissetti. “Oh” dedi. “İşte bu, yaşıyorum…” aptalca bir tebessüm belirdi suratında ve nereye gideceğini bilmeden adımlamaya başladı. Yürürken yerinden çıkan kaldırım taşlarından birine basması sonucu henüz yeni aldığı pantolonuna sıçrayan çamura bile aldırış etmiyordu. Umarsızdı Kamil, bilmiyordu sebebini…
Geçen hafta karşılaştığı esmer, yeşil gözlü kızla tekrar karşılaşabilmek umuduyla hızlı o köhne bara yürüyordu. Barın önüne geldiğinde durdu, uzun bir süre kapının önünde bekledi. “Umarım oradadır” diye geçirdi içinden, Freud insanın bir şeyi çok isterse olabileceğini izah ediyordu, Freud yanılmamalıydı…
Kamil kapıyı açtı, içeri girdi. Küçük İrlanda barındaki tüm tabureler boştu. İki üç masada da muhtemel yeni sevgililer oturup, ucuz şarap içiyorlardı.
“Hay sokayım Freud'una salak” diye söylendi Kamil. Ama iş işten geçmişti. Artık bara girmişti. Çaresiz bar taburesine yerleşti. Geçen hafta geldiğinde karşılaştığı o esmer kızın oturduğu tabureye oturdu. Yerini benimsemişti. “Bir bira versene” diye seslendi barmene; “Tombulllardan mı vereyim abi?” diye sordu barmen. “Lan oğlum fark etmez işte” dedi Kamil. Gerçekten de fark etmedi.
Önüne gelen biradan aldığı ilk yudumla sıcak bir gülümseme yayıldı suratına. Barın hopörlerinden Leonard Cohen'in sesi yükseliyordu. Cohen, Kamil'in en sevdiği şarkıyı söylüyordu;
I’m your men diyordu Cohen;
Eğer boksör istersen
Ringe senin için adım atabilirim
Eğer bir doktor istersen
Senin her santimini muayene edebilirim
Eğer bir şoför istersen
İçlere tırmanabilirim… diyordu…
Tatlı tatlı güldü Kamil, sigarasını yakıp arkasına yaslandı. Esmer kızı anımsadı. Barmene doğru döndü; bir bira daha versene dedi…

Boşlukta...

Boşluktayım,
Derin bir boşluk…
Sudan çıkmış bir balık,
Yahut kanadı kırık bir güvercin,
Ya da purosu yanmayan bir Che Guevara,

Nedir bu keşmekeşlik? Nedir bu bomboş hayata rağmen bitmez, tükenmez ruh ve akıl yorgunluğu? Bilinmiyor.

Bilinmezlik, boşluk ve yorgunluk. Alabildiğine yük var omzumda ve durup soluklandığım zaman ya çevremde halime acıyan insanlar ya da ayıplayan insanlar görüyorum…

Ama Henry’nin dediği gibi; İnsanların canı cehenneme…

Kimseye kendini ispatlamak zorunda değilsin, kimseye mutluluk ve başarı pozları atmak zorunda da değilsin.

Hayatta esaslı sayabileceğimiz bir şey yok. Kutsallarımız var. Saçma sapan kutsallarımız. Bitmek tükenmek bilmeyen sığ ve gereksiz politik sohbetler ve futbol sohbetleri ve daha bir sürü şey.

Maalesef… Bu saçmalıkların hiçbirisi gerçeği hafifletmiyor. Bir Marla Singer değilsen en sonunda gerçek gelip seni dürtüyor, köşeye sıkıştırıyor ve ağzına namluyu sokar gibi tehditkar bir şekilde hayatına giriyor…

Yalnızsın, çevrendekilere rağmen de yalnızsın. Mutlu olamazsın. Mutluluk mutlaka sonu gelen bir şey.

Ne yapabilirsin?

Boşlukta olmaktan kendini kurtarabilirsin. Boşluk ve sudan çıkmış balık hissiyatı öleceğiniz gerçeğini anımsatıyor, yalnızlığını, kaybetmişliğinizi…

Bunun önüne geçmek için memur olabilirsin, işçi olabilirsin, iş adamı, bilim adamı ve daha bir sürü şey olabilirsin. Fark etmez…

Eşek gibi çalışabilir ve düşünmeden yaşamaya, boşlukta olduğunu asla hissetmeden bir hayat sürmeye devam edebilir ve içine attıklarınla birlikte bir gün toprağa atılırsın.

Mümkün…

Zira çoğumuzun böyledir ölümü…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi