Sıcak bir sabah ve ada esintisi

Joe Cocker çalıyor Unchain My Heart... Saat sabahın 7'si. Dün gecenin telaşı ve sarhoşluğu yavaş yavaş benliğimi terk etmek üzere. Mutfakta kahve hazırlıyorum kendime. Güneş yine esir almış dört bir yanı. Lanet bir ağustos sabahı...

Ama içeriden bir ses geliyor. Joe Cocker'ın muhteşem sesine karışan bir ses. “Heyyy. Bana da kahve yap...” Gülümsüyorum.

“Gel de kendin yap tembel.”

“Üffff” diyor.

Kahkaha atıyorum.

Tatlı telaşlar ve tatlı atışmalar böyle bir şey olmalıydı. Ve kimbilir belki de aşkın gerçekten insanı iyileştiren bir yanı vardı. Evet evet biliyorum. Bir zaman sonra dümdüz edip geçecek beni, canımı okuyacak, çölde düşmüşüm gibi akbabalar üşüşecek etrafıma ve etlerimi koparacaklar. Aşkın zebanilere kurban vereceğim aklımı ve kalbimi. Ama şimdi...

Kahveler hazır.

“Ne kadar enerjiksin ya sabah sabah.”

“Al kahveni al gevezelik etme huysuz.”

Gülümseyip doğruldu yataktan. “Sen deli bir çocuksun. Ve bu beni hiç korkutmuyor çok garip.” - “Çünkü iyi şarkılardan anlıyorsun” dedim. Bilgisayardan yükselen sesi işaret ederek.

Tekrar gülümsedi.

“Hadi, hadi. Çok oyalanma kahveni iç, duşunu al gidiyoruz.”

“Nereyeee? Ben sabah sabah hiçbir yere gidemem.”

“Gidersin gidersin hadiii.”

Gidersin – gidemem şeklindeki tartışmamızın galibi ben olmuştum. Zaferi en çok kim isterse onlar kazanır malum. Kahvesini içmiş ve duşa yollamıştım çoktan o'nu.

Ve ben çoktan giyinmişim. Evin içinde güneşin tüm esaretine rağmen tatlı bir esinti var. Rüzgar odamın perdesini tavana kadar kaldıracak kadar azimli. Şimdi James Brown çalıyor. I feel good... Pabuçlarımı giymişim. Gömleğimin bağrı açık. Oturduğum yerde dans ediyorum. Ve işte yine şarkıya karışan bir ses.

“Anıııl. Anııılll...”

Tanrı'm. Hiç keyfe tahammülü yok şu kadınlar. “Efendim bebeğim.”

“Fön makinesi nerede?”

“Çekmecelere bak işte..”

“Offff”

“Oflama huysuzlar ülkesinin prensesi...”

Holdeki aynanın karşısına geçiyorum. Sonra. İyi miyiz. İyisin oğlum Anıl. Dur bakayım. Evet evet fişek gibiyiz fişek...

Banyonun kapısı açılıyor sonra. Leyla nihayet duştan çıkmış. Islak saçları, teninden aşağı süzülen suların nahoşluğu içinde benim bornozuma sarılmış. Öylece bakakaldım.

“Ne?”

“Çok güzelsin lan.”

“Ufff Anıııılll...”

Tuttum elinden. Odanın kapısını açtım. İçeri soktum onu. Hadi dedim. 5 dakikan var. Çabucak giyiniyorsun seni bekliyorum. Kapattım odanın kapısını. Bu hayatta sahip olduğum en harika şeyle böyle çok yakın olabilmenin hazzını anlatmak ne güç.

Dakikalar geçiyorum. Ben çalan şarkılara kafamla ritim tutuyorum. Sağa sola başımı sallayarak ve odanın kapısı açılıyor. Leyla geliyor sonra. Aman Allah'ım... Bir ıslık çalıyorum. Topuklu pabuçları, şık ve asil eteği ve incecik gömleği.

“Canın acıdı mı bebeğim?”

“Ne canım acıyacak Anıl dalga mı geçiyorsun?”

“Hayır sevgilim. Cennnetten düşmüş gibisin o yüzden dedim...”

O surat eden Leyla'nın suratında güller açtı sonra. Burnunu sıktım. “Hadi gidiyoruz...”

Çıktık evden.

Bir yarım saat sonra sahilden Ada vapuruna binmiştik bile.

Masmaviydi önümüz. Ve güneşi geride bırakıyorduk. Sarmaş dolaş oturuyorduk güvertede. Mavi bir renkten fazlasıydı bizim için sonu olmayan bir gökyüzü ve umut dolu bir denizi yara yara gidiyorduk Ada'ya.

“Ne güzel adamsın Anıl. Ne iyi geçiyor seninle zaman” dedi.

Gülümsedim.

Yanağından öptüm, kendime doğru çektim o'nu ve fısıldadım kulağına;

“Temmuz bitti.

Ağustos'da bitecek.

Eylül'de ellerin üşüyecek,

Isınmak için geleceksin.

Biliyorum...”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi