Bayram telaşı yoksa durup göğe bakalım

Bayram telaşı diyorum dostlarım.

Hani böyle anne-baba, kardeşler, ağabeyler-ablalar, teyzeler, yeğenler, amcalar-dayılar falan. Kalabalık aile sofraları diyorum. Böyle uyandığınız vakit yataktan zımba gibi kalktığınız telaşla hazırlandığınız. Kimilerinin bayram namazı için camiye gittiği kimilerinin bayram ziyaretleri için hazırlık yaptığı sabahlar...

Ne güzel telaşlardı değil mi?

Mart 2020'den beri hayatımıza giren koronavirüs sağ olsun bu telaşların her birinden mahrum kaldık. Mahrum kalırken de aslında her birinin ne kadar lezzetli ve değerli telaşlar olduğunu anladık. Yokluk insana çok şey öğretiyor; hele hele tatlı telaşların yokluğu...

Eski bayramlar nerede geyiği yapmayacağım da; özlüyor insan. Ben misal... Özellikle babamla birlikte geçen bayramları özlüyorum. 3 yıldır yok kendisi. Göçtü gitti. Kardeşlerini, yeğenlerini herkesi çevresinde topladığı o kalabalık bayram sabahları da onunla birlikte göçtü gitti. Sonra bizim o akraba-eş dost ziyaretlerimiz. Çocukken yaşadığımız harçlık alacak olmanın heyecanı... Hepsini üst üste koyunca düpedüz ziyadesiyle “güzel” bir çocukluk saklıyor bayramlar. Artık olmayan çocukluklar. Şimdiki çocuklar için bile olmayan çocukluklar...

Şimdi nasıl?

Toplu mesaj atma. “Bayramınızı kutlar sevgi ve saygılarımı iletirim. Abuzzittin. Kıllıbacak...” diye. Veya whatsapp ve bilumum uygulamalardan atılan yalancı sahte kalpler ve bir takım emojiler. Ah ah...

Anlatabiliyor muyum? Emin değilim ama;

Eksiliyoruz işte.

1 değil 2 değil 3 değil. Gün gün eksiliyoruz. Tatlı telaşlarımızın yerini görevler, sorumluluklar ve bitmek bilmeyen uzak-teknolojik şeyler almaya başlıyor. Hadi bayram konusunun ötesine geçeyim; sevmeler, sevişmeler bile internetten! İnanır mısınız karşı karşıya gelip kahve içmekten öte karşılıklı bilgisayar veyahut cep telefonu başına geçerek kahve içip, tanışıyor insanlar...

Korkarım ama böyle giderse Teoman'ın kehanetine varacağız. Hani diyordu ya; “Her zamaaan kolay değiiil. Sevmeden sevişmeeeek...” - E gitgide kolay olmaya başladı Teoman! Neyse neyse...

Enseyi karartmayalım. Bir kahve aldım şimdi. Bilgisayar başında size bu yazıyı yazarken sabahın tatlı sakinliğine bıraktım kendimi. Youtube'da Sezen Aksu çalıyor. Şey diyor Sezen Aksu;

“Memleketime çoktan bahar gelmiştir.

Başakları çoktan göğe ermiştir,

Dağlarını gelincik basmıştır.

Yer, gök ve yürek;

Çiçek açmıştır...”

Şarkının güzelliği, kahvenin lezzeti ve sabahın sakinliği derken; duygusal bir ihtiyara evrildim sanki. Ama dedim ya enseyi karartmayalım hayat güzel. Hala güzel. Tamam belki eskisi gibi çocuk telaşı sahici değil eskisi gibi manalı gayretlerimiz de yok;

Ama yaşıyoruz işte. Bu da bir şey. En olmadı Turgut Uyar'ın dediği gibi;

“Göğe bakalım”... Sahiden göğe bakalım.

Ve bir kere daha okuyalım;

“İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat...”

20'li yaşlar yazısı...

Yitik geçen günler, zamanlar. Öğrenciyiz henüz. Bornova'nın sakin ve bedeli yüksek Süvari Caddesi'nden süzülüp, Büyükpark'a çıkmak için yürüyoruz. Alsancak'a gitmeye üşenmiş ve 20'li yaşlarının başında kendini “yorgun” hisseden birkaç adam ve kadın, Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nin önünden geçiyoruz. “Neyse ki geldik” diyor içimizden biri. Kimdi şimdi anımsamıyorum. Geldiğimizin farkında olmamıza rağmen birimizin sesli olarak bunu dillendirmesi hepimizi uyandırmıştı. “Eee bir şeyler almak lazım” diye kararlaştırdık. İçinden asla peynir çıkmayan peynirli poğaçadan, zeytinin hiç değilse kokusunu veren zeytinli açmadan almışız maksat doymak değil açlığı bastırmak. Üç beş de bira var zaten. Sonsuz yaşam pınarı…
Kültür merkezini elimizdeki nevalelerle birlikte geçiyoruz. Büyükpark'ın ortasındaki gösterişsiz ve anason tütünü kokan nargilecileri ve çay bahçelerini de geçiyoruz. Alabildiğine yeşillik, banklarda tek başına oturan emekli amcalar ve çimlerde oturup birbirlerinin boynuna öpücükler konduran sevgililer arasından geçiyoruz.
“Lan oğlum oturun artık bir yere” diyor arkadaşlardan biri. Hakikaten ha amma yürümüştük. Bir çınar ağacının altını uygun gördük arkadaşlarla. Burası “hoş” demişti kız arkadaşlar da. Hay hay o zaman demiştik. Erkekler bağdaş kurup oturmuş kızlarda bacaklarını hafif kırıp ne oturur ne oturmaz bir halde vaziyet almışlardı.
Saygın ve bakımlı çimlerin üzerinde biraz mahcup ama eğlenceli ve kendimizden emin oturuyoruz. Parkın müdavimi ve gerçek sahibi köpekler, kediler geçiyor yanımızdan. Zaten içinde peyniri olmayan peynirli poğaçayı paylaşıyoruz arkadaşlarla.
“Maşallah ekip sağlam” diye bir ses geliyor o esnada arkadan. Hep birlikte dönüp bakıyoruz. Eskilerden bir amca. Üzerinde “Bornova Belediyesi” yazan pembe bir bankın üstünde oturuyor. Eskilerden dediysem kafa kağıdındaki doğum senesi ha. Ben diyeyim 60 sen de 70 o aralıkta bir amca. Biz hepimiz birbirimize baktık arkadaşlarla. Tanıyan var mı diye. Kimseden tık yok. Amca bizim sessizliğimizi hamlesini yapmayan acemi bir boksöre sol kroşe çakar gibi bir kez daha bastırıp konuşmayı sürdürdü. “Gençken iyi arkadaşlıklar çok önemli” dedi.
Tabii der gibi doğru der gibi kafamızı salladık. Hepimiz klasik yaşlı amca teyze ve öğrenci muhabbetinin bir benzerini yaşayacağımızı tahmin ediyoruz. Amca birazdan sen ne okuyorsun, o ne okuyora filan bağlayacak, biliyoruz, eminiz. Ama hay Allah. Bu adam sormadı…
Emekli askerim ben de dedi ve devam etti hikayesine; Biz Harbiyeliyiz tabii. Sizin zamanınızda aynı kavak yelleri bizde de var. Ama biz de haytalığa askeri dsiplin münasebetiyle çok müsamaha yok. Gene de arada kaçıp giderdik İstanbul'da boğaza yakın bir rıhtıma. Bir arkadaşın eniştesinin yaptığı boğma rakılardan içerdik….
Amca anlatıyor biz boyuna; eee diyoruz. Sonunda ilginç bir hikaye duyacağımıza eminiz. Ne bileyim amcanın arkadaşı trajik bir şekilde ölmüştür, sevdiğine kavuşamamıştır. Öyle bir son bekliyoruz bu anlatıda ve amca anlatıyor; “İşte öyle günlerdi” diyor biz “eee” diyoruz.
Eeee'si bu canım dedi amca.
Haa dedik hep birlikte.
Sıradan bir gündü ve sıkılmaya başlamıştık. “Keşke Alsancak yapsaydık ya” dedi bir arkadaş. Doğru diye onayladık hepimiz.
Poğaçalar yenmiş, biralar içilmiş, yalnız bir insanın muhabbetine ortak olunmuştu. Bakalım deniz kenarında ne var ne yoktu. Kalktık ve Topçu Tugaylığını geçip, metroya varmak için yürümeye başladık…

Biz hep özlüyoruz...

İnsanın en muazzam yolculuğu kendi içine yaptığı yolculuktur. İçe dönüş, sorgulama ve kendinle baş başa kalma hali bu yüzden memnuniyet sağlar. Hatta yalnızlığı sevilesi yapanda budur. Oturur düşünürsün. Kah nehrin kenarında kah bir dağın eteğinde kah ise yatağında tavanı seyrederek…
Betimleme ve hayali bırakırsak bizde tavanı seyrederek düşünüyoruz çoğunlukla. Ne olacak diyoruz,ne yapacağım diyoruz, neden öyle yaptım diyoruz. Kendimize bir çok soru soruyor ve kimsenin duyamayacağı cevaplar veriyoruz. Yorganın altındaki iki büklüm dünyadan soyutlanmış halimiz ana rahmine duyduğumuz özlemi vurur gibidir yüzümüze. Biz hep özlüyoruz. Geçmiş zamanı, geçmiş günleri. Gelecekten umutlu olamıyoruz çünkü geçmiş kadar güzel gelmiyor şimdiler.
Zamanın büyüsüne kapılıyoruz. En kötüsü zamanın büyüsüne kapılıp giderken öleceğimizi unutuyoruz. Ne bu hırs? Ne bu ötekileştirme arzusu? Ne bu dünyaya kazık çakacakmış gibi servet kazanmak için ucuz hesapların içine düşme hali? Bunları çok az soruyoruz. Öleceğimizi bildiğimiz için ve belki her geçen gün bizi ölüme daha çok yaklaştırdığı için geçmişin sıcaklığına özlem duyuyoruz…!

Bir bar güncesi

Gene akşam, gene barda oturuyorum, her zamanki gibi bira içiyorum fakat bu kez malt, içinde şeker yok diye !
Tom Waits çalıyor gene, bu saatler o hep onun sesi yükselir hopörlerden, ezan kadar kutsal sayılmaz fakat Winamp'in sunduğu ilahi bir ses…

Bir yudum alıyorum biramdan, kocaman bir yudum. Sol elimle ceketimin cebindeki sigaramı çıkarıyorum, paketin içinden bir dal alıp, önümdeki zor yanan çakmak ile yakıyorum . Tam o sırada “ Hold On” diyor ısrarla Waits, duraksar gibi oluyorum, aslında zihnimde acıttığı, cahil bilincimi hissediyorum.
Biradır Waits, soğuk, soğuk ama bir o kadar sıcaklık veren, bazen inanamayacağın şekilde sefil, viskiye yakıştığı halde birayı tercih eden, bir sigaraya büründüğünde şarkıları, birileri tarafından yakılmayı bekleyen.
Hold On bitiyor, başım ağrıyormuş gibi, alnımı ellerimle büzüştürüyorum, kaşlarımı kaldırıyorum barmene doğru, önümde boşalan biraya bakıp, bir tane daha diyorum…

Bayramda ne dinlemek lazım?

Eveeeett...

Bayram telaşı dedik. Hikayeler dedik. 20'li yaşlarımızın Bornova'sına gittik, hep özlüyoruz dedik hayal kırıklıklarımızı, umutlarımızı ve anılarımızı andık...

Şimdi dönelim bugüne.

Bayram demişken; şarkılar çok mana katıyor günlere. Bayramda gülümsemek ve daimi iyi hissetmek adına iyi şarkılara kulak vermek lazım. Yazının taaa en başında size bir Sezen Aksu tavsiye etmiştim. Hala aynı fikirideyim. Sezen Aksu her daim dinlenir. O Türk pop müziğinin yaşayan efsanesi. Hatta ben size bunları yazarken geride Begonvil diye seslendirdiği şarkıyı işitmekteyim.

Sonra tabii Zülfü Livaneli de dinlenmez mi? “Seher yeli çık dağlara güneş topla benim için...” Zülfü ağabeyden dem vurmuşken yakın dostu Mikis Theodorakis'in Yunan ezgileriyle belki bir sirtaki oynayasınız gelir. Sirtaki de demişken... Ah ulan şimdi Ege'de olmak vardı. Birkaç duble rakının hamervah sarhoşluğu içinde yarin bacaklarına sarılmak ve yorgun bir cigara tüttürüp göğü izlemek... Ah ah. Nasıl da hasret bastı gene. Sezen abla da hababam bağırıyor; “Benim yerime de sev...” diye. Bekletme hayatı diye... Ben de buradan sesleniyorum;

Benim yerime de iç...

Benim yerime de dinle.

Bekletme hayatı...”

Hadi bu arada bir iki de “yabancı” denilen ama pek dosthane yakın isimleri tavsiye edeyim; bugünümüze şükretmek için Leonard Cohen, yarınımıza inanmak adına kadife sesli Norah Jones ve geçmişi yadetmek adına bittabi Bob Dylan yavrucuğum...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi