Bir kaçış öyküsü

Kamil hep olması gereken yerde olmadığından şikayet eder ve olduğu yerden asla memnun olmazdı. Şimdi olduğu yerden çok uzakta bir yerlerde olmalı, gecenin sessizliğine kendini kaptırıp, sıcak sıcak kahvesinden bir yudum alabilmeli ve huzuru hissetmeliydi…
Lakin istemek bu hayatta çok sıradan bir şeydi ve milyarca insana özgüydü. İstemenin fazlasını yapmalı, istedikleri için bir yön çizebilmeliydi… İyi de tutsak insanlar yön çizemezdi ki…
Kamil de tutsak birisiydi. Sabah 4'e kadar da uyumasa sabah 9 da işinde olmalıydı. Bütün gün iç sıkıntısından dem vursa da sızlanmadan işini yapmalıydı. Ay sonu gelecek kredi kartı ekstresini ödemek için, faturalarını ödemek ve dışarı çıkıp iki, üç şişe küstah bira şişesiyle “hoş olmak” için razı gelmişti tutsaklığa…
İhtiyaç bile denemeyecek “maddi” bazı endişe ve kaygılar herkes gibi onu da esir etmişti işte. Bir of çekti Kamil…
Saate baktı. 03:13 yazıyordu. Sessiz ve karanlık öyle muhteşemdi ki; “Keşke hiç sabah olmasa, hiç güne başlamasam” diye düşündü. Beyaz tavana odaklanıp, olmayacak her türlü şeyin hayaliyle uykuyu bekleyen Kamil'i bu sefer hiç beklemediği bir şey karşılamıştı.
Hissiyat ve talepleri adeta yargıç tarafından reddedilmiş de eline kocaman bir “REDDEDİLDİ” kağıdı verilmiş gibi şoka uğramıştı Kamil. Beyaz duvara kilitlenen gözlerinin içi kızarmış, bugüne kadar attığından bihaber olduğu kalbinin sert ve hızlı çarpıntılarına kulak kesilmişti. Nefes alıp verdiğini fark etmeye başlamıştı. Bilmek kötü bir şeydi… “Ölüyor muyum?” acaba diye düşündü Kamil. Bir süre bütün bu tepkimenin büyük bir şaka olacağına inandı ve geçeceğini düşünerek, 10 dakika boyunca derin derin nefes almaya devam etti.
Fakat çare etmedi. Kamil'in nefes alışverişleri hızlandıkça kolları, bacakları uyuşmaya başlıyordu… “Tamam” dedi Kamil; “Demek bu kadar çabuk gelecektin” diye söylendi. Kalp krizi geçiriyor olmalıydı…
Titreyen elleri, çarpan kalbi ve her an kesilecek gibi olan nefesiyle birlikte yatağından kalktı Kamil. Bir taksi çağırıp, hastaneye dedi…
Kimbilir belki doktor yarın işe gitmemesi gerektiğini söyler ve kendisine bir rapor verirdi… Kamil bu ihtimali düşünürken çarpıntısı azalmış, nefes alıp verişi normale dönmüştü…

Belli belirsiz yaşamak

Hayat aslında bir hayat olmaktan fazlasıdır… Bu lafı ben söylemiyordum. Sıcak ama rüzgarın tenimizi ihmal etmediği şehvet dolu bir gecede, gözlerinin içine bakarak biramı yudumladığım bir kadın söylüyordu.

Onu her seferinde dikkatle dinliyordum. Bedeni kadar zihni de aydınlatırdı dünyamı. İnsanı şaşırtmak için yaratılmıştı. Daima zıttı düşünür, savunurdu ama inatçılığı doğaldı. Bir keçi gibi tutarlı bir inatçılığı vardı.

Yine böyle bir gün.. Tom Waits “Wrong Side Of Road” isimli şarkısını söylüyor. Her seferinde barmenden bu şarkıyı ister. Nedenini hiç sormadım. Ama muhtemelen bohem ve gündelik hayatı yerden yere vuran fikirlerini destekleyen kendi marşı gibi bir şeydi bu şarkı da.

Gözlerine bakmakla göğüslerine bakmak arasında gider gelirdim. Ciddiyet ve sululuk arasındaydım çoğu zaman. Bir yandan hayatın ne kadar saçma, tutarsız olduğuna dair realist ve içi felsefe dolu eleştiriler diğer yandan da aslında tüm bu saçmalığa rağmen önümüzde biralarımızın olması ve belki az sonra sevişecek olmamız..

Bir ciddiyet şeridine giriyor gözlerine bakıyordum bir sululuk şeridine sapıyor başka türlü bakıp, düşünüyordum. Oysa o sabitti. Flu bir hayata karşı buz gibi olmaktan ve net olmaktan bahsediyordu. Kesin doğruları olmadığı müddetçe insanın daima dengesini yitireceğini ve sık sık umutsuzluğa düşeceğini savunuyordu.
Bunları dinlemek hoşuma gidiyordu. Zira ben hep tarafsızdım hem onun fikirlerine hem hayata. Küstah bir iki duble içki neyimize yetmiyordu? Ki yetiyordu da. Bizi uyuşturacak, umutsuzluğumuzu gölgede bırakacak nedensiz gülüşmelere sürükleyecek ve birbirimizin içinde özgürce kaybolma rahatlığını bahşedecekti. Bunu o da biliyordu.

Aslına bakarsanız debelenip duruyorduk. İlişkide, hayatta, barda, yatakta, hep debeleniyorduk. Belli belirsiz yaşıyorduk! Hoşnutsuz ve hayatı kendi irademizin kullanımına bırakamamış esir insanlardık.

İşimizi sevmiyorduk, dünyamızı sevmiyorduk, çevremizdeki insanları da sevmiyorduk. Sadece içmeyi seviyorduk, sadece birbirimizi öpmeyi. Anlık bir mutluluk bizi bekliyordu. Ancak o mutluluğa varırken bile mutsuzluklarımız gündemde oluyordu. Hep dert ediyorduk, hep hayatın boktan bir şey olduğunu konuşuyorduk. Adeta gecenin sonunda yaşayacağımız mutluluğu meşrulaştıracak kadar mutsuzluk çektiğimize dair kendimizi Tanrı’ya ispatlamaya çalışıyorduk. Acizdik, zavallıydık, sarhoştuk ama rahattık…

Şimdi aradan 3 sene geçti.

Artık o barda yok o kadında. Tom Waits dinlemeyeli de epey oldu. Onun bana söylediği ; “Hayat bir hayat olmaktan fazlasıdır” kaldı aklımda. Korkarım hayatım bir hayat olma mertebesine bile ulaşmış sayılmazdı.

Şimdi o yok, nerede? Ne yapıyor? Bilmiyorum. Ama o bar duruyor, Tom Waits de duruyor tabii ve bira da hala içilebiliyor. Yalnız bir akşam onu düşünüyorum. Haklıymış diyorum. Esaretim sürüyor, fazlalığa ulaşmış değilim.

Budala birçok insan, kendini zeki zanneden bir çok insan, incelikten uzak, estetik fikirlerin alay konusu edildiği ve en fenası umutsuzluğun direkt olarak mağlubiyet sayıldığı kahpe bir zaman…

Şimdi aradan 3 sene geçti evet. Belli belirsiz yaşıyorum ve seni çok özlüyorum…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Anıl Boduç Arşivi