Rakı bahane, sohbet şahane...

Sana bir hayalini gerçekleştirme şansı sunuyoruz, ne dilerdin?” diye sorsalar bunlardan birinin onlarla rakı masasında sohbet edebilmek olduğunu söylerdim. Ben de hayali olarak masamı hazırlayıp, onlarla sohbet ederek bu hayalimi gerçekleştirmek istedim.
 

Onlar kim mi?

Metin Akpınar ve Aydın Boysan tabii ki...
Günün geceye kavuşmasına az kalmıştı. Birkaç saat önce kızıllar, morlar, maviler, lacivertler ile renkten renge giren gökyüzü, renklerini geceye teslim etti. Gökte dolunay, denizde yakamoz...

Hafiften bir meltem esintisi insanın tenini okşar gibi dokunup geçiyor. Sakin gecede taşlara çarpıp geriye doğru çekilen dalgaların muhteşem dansı, günün bütün yorgunluğunu alıp götürüyor. Geriye istenebilecek ne kalıyor? Gönülden, yürekten dostlar ve muhabbetleri elbette...

***

Sana bir hayalini gerçekleştirme şansı sunuyoruz, ne dilerdin?” diye sorsalar bunlardan birinin onlarla rakı masasında sohbet edebilmek olduğunu söylerdim. Ben de hayali olarak masamı hazırlayıp, onlarla sohbet ederek bu hayalimi gerçekleştirmek istedim.

Onlar kim mi?

Metin Akpınar ve Aydın Boysan tabii ki.

Entellektüel, çağdaş, ülkemin aydınlık yüzlerinden sadece ikisi...Biri mimar, diğeri sanatçı. Ancak, her konuya hakim, hatta uzmanlarıyla tartışacak kadar bilgili olan bu müthiş insanları, sadece mesleki ünvanlarıyla değerlendirmek çok eksik olur.

Yemeklerden bahsederken bile insanı coğrafya coğrafya geziye çıkartıyorlar adeta...

***

İkisi de Pertevniyal Lisesinin eski öğrencileri. Aynı semtin çocukları, Langa’lı, (Fatih ilçesine bağlı. Aksaray-Yenikapı arası diye tarif ediliyor.)

Ve rakıyı en güzel içen adamlar.

Aydın Boysan’ı hiç görmedim. Metin Akpınar’ı ise yıllar önce “Deliler” adlı oyunda, yol arkadaşı Zeki Alasya ile birlikte izlemiştim. Fakat ne tuhaftır ki, hiç tanımadığınız bazı insanları yıllardır tanıyor gibi hissedersiniz ya. İşte ben de tam olarak böyle hissediyorum.

***

Beklediğim misafirler bahçe kapısından kolkola giriş yaptılar. Kalın camlı gözlüklerinin ardından bir çocuk muzipliği ve neşesi ile sohbetine doyum olmayan Aydın Boysan.

Metin Akpınar ise heybetli, sakin ve olgun duruşuyla yürüyor. Bence o bir filozof.

1921 yılında doğan Aydın Boysan’ın yaşı Türkiye Cumhuriyetinden de eski.

Aydın Boysan Metin Akpınar’a “gençliğinin kıymetini bil” diyerek gülümsüyordu. Uzun ve keyifli yaşamın sırrı diye sorulunca da şöyle tavsiye veriyordu; “Hiçbir şeyden kaçmamak. Hayattan, keyiften, zevkinden, dostluktan, bölüşmekten kaçmamak...”

***

İki büyük üstada sarılıp hoşgeldiniz derken masaya oturuyoruz. Doyumsuz sohbetlerle şenlenecek geceye tanıklık etmenin vereceği mutluluğun karşılığı sözcüklerde yok.

-Yolculuğunuz nasıl geçti, rahat geldiniz mi? diye sordum misafirlerime. İstanbul trafiği malum...

Asıl mesleği mimarlık olan Aydın ağabey ; “Şehirler toplumların çehresidir. O şehir o toplumun kendi suratına dönüşür. Çirkinleştik, ruhumuz çirkinleşti” diyerek durumu özetledi.

-Eski İstanbul nasıldı acaba?

İstanbul temiz aile kızıydı, pavyona düştü” dedi. “Ben Samatya’lıyım. Denize girerdik. Sahil yolu yaparak, cinayet işlendi. Denizle toplumu kopardılar. İstanbul’u planlamak olmaz, ülkeyi planlamak lazım. 1930’lu yıllarda İstanbul’un nüfusu bir milyondu, 1960 yılına geldiğimizde iki milyonu aştı. Şimdi de insan yığını haline geldi.”

***

Biz Türk, Rum, Ermeni, Yahudi hep bir aradaydık. 1927 yılında 700 bin kişi yaşardı İstanbul’da. Anadolu insanı düşünmeden geldi. Çarpık mimari, altyapı sorunları, trafik içinden çıkılmaz bir hal aldı.

1928 yılında İstanbul’un ilk haritalarını yapıyorlardı. O haritaları gördüm ben. “Rıza’nın bostanı”, “Muharremin bostanı” diye yazılıydı. İstanbul’un yarısı bostandı o zamanlar.”

Hayal etmesi bile zor değil mi?

***

-Ya meyhaneler?

Eskiden koltuk meyhaneleri vardı. Duvarda tahta çakılıydı. Küçük bir tabakta 2-3 tane meze, peynir, su, rakı. Dirksekle dayanıldığı için koltuk meyhanesi denirdi. İki tek atıp eve giderdin.”

***

Aynı semtin çocuklarının aralarında yaş farkı olmasına rağmen, ikamet ettikleri yerlerde benzer şeyler yaşadıklarını, olağanüstü bir değişimin olmadığını sezinliyorum.

Metin Akpınar; “Benim çocukluğum çingene Hakkı’nın konağında geçti.” dedi. “Bizim zamanımızda market yoktu. Bakkal dükkanlarında da her yörenin ürünü olurdu. Erzurum’dan kuru fasulye, Erzincan’dan bulgur, Maraş’tan dövme biber...”

Tren yolunun aşağısı Yenikapı’dan Yeşilköy’e kadar bağlık bahçelik, bostanlıktı. Domateste oradandı. Ama ne domates...Kır domatesi vardı. Annem keserdi, koklardık. Bugün yediğimiz domatesin atıklarını SEKA’ya götürsek kağıt yaparlar. Marul’un en iyisi de Kazlıçeşme’de olurdu.”

***

Dersine iyi çalışan bir evsahibi olarak gecenin müziklerini misafirlerimin sevdiği şarkılardan oluşturdum.

Şimdi fonda usul usul Hüzzam bir eser çalıyor. Aydın ağabey bu şarkıyı pek severmiş. Hatta gençliğinin geçtiği yer olan Samatya semtinde komşularıyla sandal sefası yaparken bu şarkıyı söylermiş. “Ay öperken suların göğsünü, sahilde yıkan / İnleyen dalgaların haline bak da beni an / Ne kadar sevmese gönlün, bana sendin acıyan / Hıçkıran dalgaların haline bak da beni an”

***

Metin Akpınar iyi bir sanat müziği dinleyicisi ve okuyucusu ama o hangi türden şarkı söylese insanın içine dokunur. Eskilerden bir filmde söylediği arabesk tarzı “Böyle Yaşanmaz” şarkısını dinlediğimde de hayran bırakmıştı. Ama bu akşam onun için, 1972 yılında Melahat Gülses ile birlikte söylemiş olduğu “Tereddüt” adlı Nihavent eseri repertuvara dahil ettim. Bir televizyon programında söylemiş ama ben yıllar sonra arşivden izledim. Şöyleydi sözleri;

Sarahaten acaba söylesem darılmaz mı? / Darılmak adeti bilmem ki çapkının naz mı? / Desem ki: "Ben seni..." / Yok, dinlemez ki, hiddet eder / Niçin? / Bu sözde ne var sanki hiddet etse ne der? / Desem ki: "Ben seni pek..." / Ya kızar konuşmazsa? / Derim: "Bu çektiğim, insaf edin, eğer azsa" / Desem ki: "Ben seni pek çok..." / Hayır, kızar bilirim / Tereddüdüm acaba hiddetinden az mı elim? / Desem ki: "Ben seni pek çok... / "Sakın gücenme e mi? Sakın gücenme eğer anladınsa sevdiğimi.../

***

Her ikisi de aşçılara yemek tarifleri verecek kadar bilgili olduğundan yemekler, mezeler de mükemmel olmalı elbette.

Rıza kaptan siparişleri almak üzere masaya geldi. Aydın ağabey o babacan sesiyle “balıklardan ne var oğlum?” diye sordu.

Aydın ağabey bu arada anlatmaya başladı; “1943 senesinin Mart’ında İstanbul Boğazını buzlar kaplamıştı. Buzların arasında tanesi 5 kilograma yakın torikler vardı. Yağlı, nefis balıklardı. Zıpkınla tuttuk. 15 gün balık yedik. Her yerimizi sivilceler kapladı. Aç kalmaya alışkın vücut birdenbire azgın gıdalanınca şaşırdı zavallı.”

İki gurmenin olduğu masanın konularından birinin yemek olması olağan. Masada rakı içileceğinden, ana yemek gecenin ilerleyen saatlerine bırakıldı. Mezeler söylendi. Konuklarım kadehlerini doldurdu ve “şişede durduğu gibi durmaz meret, tutar insana yaşamayı sevdirir” diyerek muhteşem bir geceye başlangıç yapıldı.

***

Aydın Boysan’ın içmeye başlamadan yapılacak şeyleri anlatmasına bayılırım; “Önce iki dilim kızarmış ekmekle bir şeyler atıştırılır. Böylece alkolün sindirim sistemine vereceği hasara karşı önlem alınır. Bunun yanında bir fincan da zeytinyağı içilir. Rakı yavaş ve azar azar içilir. Susuz rakı içmek marifet değildir. Bunun için de mutlaka sulandırılarak içilmelidir. “Yalnııızz” diyerek söyleyeceği şeye dikkat çekmek amacıyla ekler; “Rakıyı sulandırmak başlı başına bir sanattır. İyi bir demci bir hamlede ve etrafa sıçratmadan rakısını sonlandırır.”

***

Peki ya buz?”

Kalın camlı gözlüklerinin arkasından cevap veriyor; “Ham ervahlıktır rakıya buz koymak. Su dolapta bekletilmiş olacak. Yarım yudum alıp başını arkaya yaslayacaksın, hafifçe daire çizerek sallananacaksın oturduğun yerde ki akciğerler nasibini alsın. Bektaşi zürafa görmüş “Vay anam ne güzel içer bu” demiş. “Haa, bir de peynir terbiyeli gelecek sofraya. Mihaliç olursa şahane olur. Ama hafif ısıtılmış olacak.”

İlerleyen saatlerde biraz şiir okuyup, Bektaşi fıkralarından da anlatır belki diye düşünüyorum. Hatta Metin Ağabey o güzel sesiyle bir şarkı söyler mi ki?...

***

Metin Akpınar; “Bizim soframız sadece yemek için değildir, sohbet içindir.” dedi. “Siyaset, sanat, ekonomi, aşk, herşey konuşulur. Şişelerin sonuna doğru konular dağılırsa da bu sadece müzik adına olur. Sofralarımız keyiflidir. Biz bunu Mustafa Kemal’den öğrendik” dedi. “Mustafa Kemal 1938’de bir güneş gibi battı. Biz o zamandan beri alacakaranlıktayız” dediğinde içimi bir hüzün kapladı.

Konuşmasına devam etti; “Cumhuriyetten sonraki yıllar da yaptığı işler inanılmazdı.  16 yılda iki iktisat kongresi, şeker fabrikalarının ve bankaların kurulması, 4.7 kalkınma hızı, iki tane denk bütçe, iktisadi teşekküllerin kurulması, şeker fabrikalarının kurulması, bankaların kurulması, müthiş bir şey...”

***

Aydın Boysan; “Doğduğumda Vahdettin padişahtı. Mustafa Kemal’i milli mücadeleden sonra İstanbul’a geldiğinde Marmara Denizi’nde karşılayanlar arasındaydım.” dedi.

Atatürk’ün öldüğü yıl lisenin son sınıfındaydım. Tarih öğretmenimiz anlı şanlı Reşat Ekrem Koçu’ydu. Orta ve lisede geçen öğrenciliğimizin beş yılında bizim tarih derslerimize geldi. Müfredata falan aldırmazdı. Aklına ne gelirse onu anlatırdı. İyi ki de öyle yapmış. Çünkü bilmem kimin nerede doğduğu, ya da bilmem ne barış anlaşmasında kaç madde olduğunu anlatmış olsa, şimdi hiçbir iz kalmadan unutulmuş olacaktı.

Atatürk’ün ölümünü ondan öğrendik. 1938 yılı sabah 9’da dersimiz vardı. O dönem çok hasta olduğu ve vefatının beklendiği günlerdi. Hocamız gecikti. Sınıfın kapısından içeri girdiğinde haberi ağlayarak tek sözcükle verdi.”

Öldü”...

Bütün sınıf gözyaşlarına boğulduk.”

***

Metin ağabey’de 1941 doğumlu. İkinci Dünya Savaşı sırasında doğmuş, ekmeğin karne ile verildiği günlere tanık olup, üç ihtilal görmüş. Acaba onun gençliği nasıl geçmişti?

Bizler o dönemlerde ezilen sınıfın temsilcileri olarak, aklımız erer ermez sol bizim için cazipti. Kocamustafapaşa’da bir kahvemiz vardı. Orada abilerimiz bize Marksizm’i, Leninizm’i, diyalektik felsefeyi anlatırlardı. Milli Türk Talebe Birliği’nin amatör tiyatro, folklor çalışmaları olurdu. Ama yönetim sık sık değiştiğinden kimi zaman sağcı, kimi zaman solcu olurdu.

***

-Ya aşk?

Aşk kimyasal bir bozulmadır. Evliliği yürüten, sevgi, özveri, fedakarlık ve dostluktur.”

Bizim zamanımızda çıkmak lafı yoktu. Şimdi önce merhaba, sonra akşam yemeği...Eskiden herşey daha duygusal yaşanırdı. Uzun bakışmalar, kibrit kutusu içinde alınıp-verilen pusulalar olurdu. Evin çevresinde dolanıp pencereden bakışını yakalamanın zevki, o dönem için tek kelime ile müthişti.”

Küçükken ablalara aşık olunurdu genelde.” diyerek gülümsedi.

Aydın Boysan’ın sürekli anlattığı Talha hanım aklıma geldi benim de...”Gamzesine bakarken içine düşerdim” dediği, çocukluk aşkı Talha hanımı...

***

-Aydın ağabey? Nedir aşk?

Ben on sene kafayı çekip evlendim” dedi gülerek.

Açılmamış şarap şişesiydim ki öyle kaldım / Acımı köpürtemedim içime sığdım” dedi ve bu şiir Edip Cansever’in dedi.

Karısına aşık bir adamdı o. Ama bulduğu her fırsatta esprili cevaplar vermeyi seviyordu.

Bak” dedi.

Bir erkeğin ömründe üzüntü yaratan iki önemli şey vardır. Birincisi; karısına sadık kalmak ister beceremez. İkincisi daha ağırdır. Karısına sadık kalmak istemez, gene beceremez.”

***

Ne eğlenceli ve muhteşem bir gece...

Metin Akpınar’ın onca yıllık sanat hayatında hem eğlenceli hem de hüzünlü anıları var. Mesela ilk kabare yapmaya başladıklarında pavyon ruhsatı vermişler. Onun hikayesi de epey komik.

Biz ruhsat almaya gittik. “Siz nesiniz?” diye sordular. “Biz kabare tiyatrosuyuz dedik.” Baktılar öyle birşey yok, tekrar sordular; “Ne yapıyorsunuz yani? Dans var mı, şarkı var mı, kadın var mı? diye ardı ardına soruyorlar.

Bizde; “Evet, hepsi var” dedik.

Hah tamam o zaman, siz pavyonsunuz” dediler. “Benim de parmak izimi alıp, mor konsmatris kağıdı verdiler. Zaten biz kabare diye ilan etmedik. Tanıtım derneği diye açtık. Hatta derneğin üye kayıt kartlarını bilet diye sattık. Çünkü pavyonların vergisi çoktu. “

***

Aydın ağabey muzipçe gülümsedi ve “Belge deyince benim de aklıma İzmir’de yaşadığım bir anı geldi yahu! dedi. “İzmir’de beş yıldızlı bir otele gitmiştim. Resepsiyondaki memura Türkiye Yazarlar Sendikası hüviyetini uzattım. Yüzüme baktı ve “daha ciddi bir belge yok mu?” diye sordu. Bunun üzerine sürücü belgemi uzattım. “Hah dedi bu olur.”

***

Tiyatrolar konusunda ne düşünüyorlardı acaba?

Metin ağabey; “Toplumun genelinde sanata, özelinde tiyatroya, çok özelinde kabare tiyatrosuna gereksinimi olduğu inancı yok.Türkiye’deki eksiklik bu. Sanat tüketicisi bizim iyi dönemlerimizden çok geride bugün. Önce sanat tüketicisinin talebi olacak ki sanatçı bunu üretecek, pazarlayacak, maddi-manevi tatmine ulaşacak ama öyle bir talep yok.”

***

-Ya eskiden nasıldı?

Cadde-i Kebir (Beyoğlu) Kültür Merkeziydi. Her akşam 42 tiyatro perde açardı. 2500 sanat tüketicisi oraya akardı. Dışarıda 20-25 kişi öldürülürdü, onlar oyuna gelirdi. Neden? Çünkü nefes alınacak yerdi tiyatro.”

İnsan herşeyi düşünebilir. Buna kötü şeylerde dahil. Önemli olan düşünce özgürlüğü değil, düşünceyi ifade etme özgürlüğüdür. Düşüncenin de en saygın, en soylu biçimi bence sanattır. Yani bir siyasi otorite, bir hukuk düzeni, düşüncenin özgürlüğüne karşı ise sanata da karşıdır. O yüzden düşünce özgürlüğü yok ve sanata karşı bu sıkıcı hava var. Düşüncenizi gerçekleştirmenizde, guruplaşmanıza yasaklar var.”

***

Aydın ağabey ekledi; “1930’larda Narlıkapıda tiyatro vardı yahu! Shakespeare ve Moliere izliyorduk. Biz tiyatro yaşatan semttik. Şehir tiyatrosu pazarları öğleden sonra semte gelir temsil verirdi. Ermeni tiyatroları da vardı. İsmail Dümbüllü gelirdi, Naşit gelirdi. Hazım Körmükçü, Bedia Muhavvit, Vasfi Rıza Zobu ayağımıza gelirdi.”

O zamanlarda elektrik yoktu, lüks lambasıyla oynarlardı. Bir gece ölüsü bol, kanlı bir oyun oynanıyordu. Ölen öldü tabii. Artık oyun bitecek, lüks lambası söndü. Karanlıkta da oyun bitmez. Rejisör mumla sahneye çıktı. Seslendi; “Kalk ulan, şu lambayı yak!”

Ölü dirildi. Lambayı yaktı, yeniden öldü.”

***

Bu neşeli gece burada noktalanmıyor... Aydın Boysan’ın anlattığı Bektaşi hikayelerinden anlatarak şimdilik muhabbeti sonlandırayım. Devamı gelecek, bekleyin efendim.

Biri camide yakarır; “Ya rabbi, bana iman ihsan eyle!” Hemen yanıbaşındaki Bektaşi de yakarır; “Ya rabbi, bana bir şişe dem ihsan eyle!”

Bunu duyan adam kızar, Bektaşi’yi azarlar; “Bre zındık! Allah’tan isteyecek başka şey bulamadın mı?

Bektaşi; “Kızma” der. “İkimizde kendimizde olmayanı istiyoruz”

***

Hasisin biri, Bektaşi’nin birine para yardımı yapmış ama dilini de tutamamış; “Sen şimdi bu parayla doğru meyhaneye koşarsın” demiş. Bektaşi cevap verir; “Hacca mı gideceğimi sanmıştın?”

Bir Bektaşi fıkrası

Bektaşi ile komşusu birbirlerini çok severlermiş. Yıllar geçmiş ikidi de öbür dünyayı boylamış. Bektaşi cehennemde, komşu cennette...Aradan yüz cehennem yılı geçmiş, yine karşılaşmışlar. Komşu acıyarak Bektaşi’ye cehennemde neler yaşadıklarını sormuş.

Bektaşi cevap vermiş; “Kalabalık olduğu için çok iş düşmüyor, bütün gün dalga geçiyoruz.”

Komşusu hayretler içinde, “Yapma yahu” demiş. “Ben her sabah beşte kalkıyorum. Önce yıldızları parlatıyorum. Sonra güneşi uyandırıyorum. Sonra bütün gün yağmur bulutlarını gezdirmem gerekiyor.”

Bektaşi niçin bu kadar çok iş olduğunu sorunca da, komşusu cevap veriyor;

Adam yok, adaaam!”

Sevgiyle kalın

***

Dipnot; (Aydın Boysan’ı 2018 yılında kaybettik. Ancak bedenen aramızda olmasa da o geride bıraktıklarıyla hep var olacak.)

Metin Akpınar’a ise upuzun ve sağlıklı bir yaşam diliyorum.

Bu hayalimi gerçekleştirmek için sayısız belge okudum. İki değerli büyüğümüzün bugüne kadar katıldıkları TV programlarını, videoları izleyip, yapılan röportajları okudum. Bulabildiğim arşivleri karıştırdım.

Alıntı yaptığım başlıca kaynaklarım; Ümit Bayazoğlu’nun söyleşi tarzında yazdığı “Hayat Tatlı zehir” kitabı. Metin Akpınar’ın, yönetmenliğini Selçuk Metin’in yapmış olduğu “İyi ki yapmışım” adlı belgeseli. Zeynep Miraç’ın yazmış olduğu “Sahneye adanmış bir ömür” kitabı. Röportajlarını, çekimlerini yapan, arşivleyen, kitaplarını yazan, kısacası tüm emeği geçenlere kendi adıma binlerce teşekkür ederim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sevim Güney Arşivi