Cumhuriyet, hâkimiyet, hükümet

FARKINDAMISINIZ bilmem ama bu ülkenin geleceğini oylamaya gerçekten sayılı günler kaldı. Bu seçim Laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin ve O'nun kurucusu ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün izinden gidenlerin bir sınavı olacaktır. 
Demokrasiyi tramvaya benzetenler ve "600 yıllık İmparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi" diye meydan okudular. Atatürk Cumhuriyeti'ne "Reklam arası" diyenlerle  ülkeyi o tarikata bu cemaate teslim etmek çabasında olanlarla, domuz bağı ile insan öldürenlerle, kadına ikinci üçüncü sınıf vatandaş muamelesi yapanlarla bu ülke insanının sınavı olacaktır. Bu sınavdan yüzakı ile çıkmak boynumuzun borcudur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün açtığı yolda  O'nun ışığında bu ülke nice 100 yıllar yoluna devam edecektir. Doğu'ya şarka, din bazların cambazların yönüne değil ilimin bilimin ışığında batıya dönerek daha da güçlenecek ve büyüyecektir. Buna olan inancım tamdır 
Malum, demokratik bir düzende egemenliğin kökü, kaynağı, sahibi millettir. Egemenlik seçimle değişmez. Atatürk’ün ifadesiyle “Hâkimiyet, kayıtsız şartsız milletindir”. Demokrasilerde seçimle değişen hükümettir, iktidardaki partidir. Yani; hâkimiyet değişmez, hükümet değişir. Hâkimiyetin sahibi olan millet, egemenliğini yetkili organlar eliyle kullanır. Seçimle iktidara gelenlerin de, çoğulcu bir anlayışla, demokratik ilkelere ve hukuk devleti esaslarına uyarak, sonraki seçimlere kadar ülkeyi yönetmesi beklenir. İktidarı seçme hakkı, halka verilmiştir. Halka verilen bu hak da, halkın siyasilere sınırlı ve süreli olarak verdiği yetki de, Cumhuriyete karşı kullanılamaz.
Peki, sorun ne?
Sorun, iktidarların kendilerini milletin yerine koymalarıdır. Hâkimiyetin sahibi olmaya çalışmalarıdır. İktidardaki parti olarak değil, milletin sahibi ve efendisi olarak davranmalarıdır. Diğer tanımlarının yanında, “milletin hükmi şahsiyet kazanmış hali” olarak da tanımlanan devletin yerine geçmek istemeleridir. Aydınlanma şehidimiz Ahmet Taner Kışlalı’nın şu sözlerini anımsayalım: “Amaç elbette ki demokratik bir cumhuriyettir. Demokrasi adına cumhuriyetten vazgeçmek söz konusu olursa, demokrasi de zaten ölür. Eğer Cumhuriyetin temel kurumları korunmuş ise demokrasinin yeniden yeşermesi olanaklıdır. Demokrasileri cumhuriyetçiler kurmuştur, cumhuriyetleri demokrasiler değil”.
 

Cumhuriyet "Sol" bir projedir
Tarihsel ve siyasal olarak Cumhuriyet, ülkemizde ulusal ve sol bir projedir. Eşitlikçi ve aydınlanmacıdır. Siyasal bilinç sahibi yurttaşların rejimidir. Halkçıdır, kamucudur, toplumcudur. Dinsel, etnik, mezhepsel kimliklerin siyasallaşmasına; üst kimliğin, ortak kimliğin, ulusal kimliğin yerini almasına karşıdır. “Demokratlığına halel getirmemek için” mezhepsel bağnazlığa, etnik ayrılıkçılığa karşı çıkmayandan; emperyalizmin ülkemizde ve dünyadaki saldırganlığına direnenleri “paranoyaklıkla, dinozorlukla” suçlayandan; ulusal egemenliği, yurtseverliği “ırkçılık, faşizm” olarak horlayandan sağlam Cumhuriyetçi olmaz. Sınıfsal çelişkiyi, toplumsal dayanışmayı, emeğin yüceliğini, kapitalist sömürüyü ağzına almaktan kaçınırken, tarikatları, cemaatleri sivil toplum örgütü sayanların da Cumhuriyetçilikle ilgisi yoktur.
Cumhuriyetçilik; millici tutumu da, yurtseverliği de, aydınlanmacılığı da, devrimciliği de, yurttaşlık bilincini de, eşitlik iddiasını da, antiemperyalizmi de içerir. 
Kıssadan Hisse: Atatürk’ün şu sözü, Cumhuriyetin sınıfsal ve toplumsal yönünü ortaya koyar: “Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir”.

Bunlarda tevazu da kalmadı 
Genel duruma bir göz attıktan sonra gelelim bugünkü oratama. Gücün zekâtı, tevazudur. Bu zekât ödenmezse, güç kibre dönüşür. Hayatta her şey inceldiği yerden kopar. Kibir ise zırh gibi kalınlaştıkça, etrafını yakıp, yıkar. Büyük zararlar verir. 2018’den bu yana, 85 milyonluk koca Türkiye, bunu yaşayarak, tecrübe ediyor. Erdoğan’ın arşa ulaşan kibri, ülkemizin her bir ferdini mağdur ediyor. Ucube Şahsım Rejimi  elinde, ülkemizde çürümeyen, zarar görmeyen, çökmeyen tek bir şey kalmadı. Devletin adalet direği çöktü. Köklü kurumları çöktü. Eğitim çöktü. Dış politika çöktü. Ekonomi çöktü. Sağlık çöktü. Ve en sonunda, depremde binalarımız, yollarımız çöktü.

Afetler felakete dönüştü
Afetler bu kibir abidesinin elinde, felakete dönüştü. İlk iki gün enkazın başında devlet yoktu. Mehmetçiğe zamanında emir verilmediği için, askerimiz yoktu. Deprem enkazının altında, 50 binden fazla yurttaşımız, yardım çağırarak soğukta donarak can verdi. Enkazın başında bekleyen çaresiz analardan, babalardan, çocuklardan, dedelerden, ninelerden, “Nerede bu devlet” feryatları yükseldi. Sahra hastaneleri, sahra mutfakları, sahra çadırları bir türlü kurulamadı. Enkazdan çıkanlara, evini barkını kaybedenlere, Mehmetçiğimizin sıcak yardım eli hızla ulaştırılamadı. Oysa daha önceki felaketlerde, Mehmetçiğimizin bu sıcak yardım eli, muhtaçları vakit yitirmeden kucaklamıştı. Mehmetçiğimizin bir tas sıcak çorbası, üşüyen bedenleri, hızla ısıtmıştı. Ama arşa çıkmış kibirleri, beceriksizlikleri, kifayetsizlikleri, ideolojik önyargıları nedeniyle, bunlar yapılamadı. Bir yönetici her şeyden vazgeçebilir. Ama sorumluluklarından vazgeçemez. Bu ülkeyi 21 yıldır yönettiklerini iddia edenler, sebebi oldukları 50 bin can kaybının, sorumluluğundan asla kaçamaz… Ama Sarayın Kibirlisi, fütursuzca sorumluluktan kaçmaya çalışıyor.

Kendilerini yalanlıyorlar 
Bunların birde hiç bir şeyi ama kötüolan hiç bir şeyi kabulelenmeme gibi kötü bir huyları var. zamanında çok iyi bildiğim için net söylüyorum. Malatya'da AKP'li başkan ve akranasıyla planları değiştirip o güzelim kayısı bahçeleri yerine beton tarlaları yapığp 15 er kat binalrı diken bunlr ama Dün yine çıkıp, çeşitli bahaneler uyduruyor. Neymiş? “Tabiatın kendi işleyişine saygılı bir hayat nizamı kurmazsanız, bir gün gelir tabiat hakkı olanı alır götürür. Atalarımız çok güzel söylemiş; ‘Dere yatağında akar.’ Depreme dayanıksız bina yaparsanız, ilk büyük sallantıda yıkılır. Dere yatağına bina inşa ederseniz, ilk büyük yağışta sele kapılır. Ormanları korumazsanız, ilk büyük yangında varınızı yoğunuzu kül eder. Yumuşak ve meyilli sırta ev kurarsanız, gün gelir toprak onu yutar.” Yani, sellerde, depremlerde, yangınlarda, toprak kaymalarında ölenlerin sorumluluğu, ölenlerin kendisindeymiş… Buralara inşaat yapılmasına izin verenlerin, buna göz yumanların, bu binaları güçlendirmeyenlerin hiçbir sorumluluğu yokmuş. Ülkeyi 21 yıldır yöneten rantiyeci kibir abidesinin, bu can kayıplarında, bu büyük yıkımda, hiçbir sorumluluğu yokmuş. Yine her zaman yaptığını yapmış. Sadece yetkiler benim, sorumluluk ise milletin, iyi ne varsa benden, kötü ne varsa milletten, demiş.

Bunları unutmayın unutturmayın
Hep diyoruz; arsızlık bunların siyasetinin en büyük sermayesi. Arsız arlanmayı hiç bilmez. Hiçbir şeyden utanmaz. Utancı gidenin kalbi de, zaten ölüdür. İş başında olduğu 21 yılda, 9 kez imar affı çıkaran kim? Erdoğan… Çıkardığı imar aflarıyla, depreme dayanıksız binaları affeden kim? Tabi ki Erdoğan… 2018’de çıkardığı imar affıyla, seçim meydanlarında, “Hayırlı olsun” diye böbürlenen kim? Tabi ki yine Erdoğan… İmar aflarına reklam filmi çeken kim? Tabi ki Erdoğan. Dere yataklarına evler yapılırken, bunlara izin veren kim? Tabi ki Erdoğan… İstanbul’a, kadim şehrimizin tarihi siluetine ihanet eden kim? Tabi ki Erdoğan… Karadeniz’in yaylalarının, güzelim Ayder’in rant uğruna talanına seyirci kalan kim? Tabi ki Erdoğan… Derelerine, doğasına sahip çıkan yaşlı başlı köylülerimizi jandarmalara hırpalatan kim?  Kendisi uçan saraylarda oradan oraya gezerken, orman yangınlarını söndürmek için, uçak almayan kim? Tabi ki Erdoğan… Türk Hava Kurumu’nun mevcut yangın söndürme uçaklarını, çürümeye terk eden kim? Tabi ki yine Erdoğan…
Yaşadığımız her afet bugün bir felakete dönüşüyorsa, bunun sebebi 21 yıldır ülkenin başındaki hükümet ve onun başı Erdoğan’dır, Erdoğan. Ama Erdoğan sorumluluklarından kaçmaya çalışsa da, sorumluluklarından kaçmanın sonuçlarından kaçamayacaktır. Sonuç apaçık ortada; 21 yıldır Erdoğan’ın kibrinin, kifayetsizliğinin, beceriksizliğinin bedelini, milletimiz ya canıyla, ya da malıyla ödüyor.

126 milyar dolar kaybımız var !
Kahramanmaraş depremlerinde de, 50 binden fazla yurttaşımızı kaybettik. Bizim hesaplamalarımıza göre, fiziki ve beşeri sermaye kayıplarımızın toplamı, 126 milyar dolar… En son Uluslararası Çalışma Örgütü, ILO, Kahramanmaraş depremlerinin, çalışma hayatına etkilerini araştırmış. ILO’ya göre, deprem, bölgedeki çalışma saatlerinde, yüzde 16’lık bir kayba neden olmuş. Bu 657 bin 147 tam zamanlı işçinin, işini kaybetmesi anlamına geliyor. Emekçilerimizin gelirinde yaşanan aylık kayıpsa, 150 milyon dolar. Her bir çalışanın aylık kaybı ise 4.351 lira. Yani ayda 231 dolar. Deprem bölgesinde 220 bin civarında iş yeri, ya yıkık, ya da ağır hasarlı. Yine deprem bölgesinde ekonomik aktivitedeki yavaşlama, çalışma saati bakımından, en az Adana’da, en çok da Malatya’da… Hep söylüyoruz. Deprem bölgesindeki her ilin, hatta her bir ilçenin ihtiyaçları birbirinden farklı. Adana’nın ihtiyaçları ile Malatya’nınki aynı değil. Diyarbakır ile Adıyaman’ın ihtiyaçları da aynı değil. Her yerleşim yerinin ihtiyaçlarına göre, adeta bir beyin cerrahı titizliğiyle bir planlama, programlama yapmak lazım… Ama ne Sarayın kibirlisinin, ne de şürekasının böyle bir kapasitesi yok. Onların tek derdi var, bol bol ihale yapmak, törenle, seyyar, müteharrik temeller atmak. Sosyete pazarı çığırtkanı edasıyla da beton pazarlamak…
Açık açık para basacağız diyorlar
Ziya Paşa şu beytini yazarken, sanki bugün olanları görmüş de yazmış… “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.” Gerçekten o kadar akıldan, bilimden, hikmetten, tarihten bihaberler ki… Cumhur İttifakı, Yeniden Refah Partisi’yle bir protokol imzalıyor. Protokolle, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın, Hazine’yi fonlamasının, önündeki engellerin kaldırılması”nı oturuyorlar birlikte hükme bağlıyorlar. Birde altına imza atıyorlar. Açık, açık “biz karşılıksız para basacağız” diyorlar. Nobel ekonomi ödülü sahibi, Paul Krugman: “Karşılıksız para basmak, çok fazla tatlı yemek gibidir. Yerken kendinizi iyi hissedersiniz. Sıkıntıları ise sonradan ortaya çıkar” diyor.  Tıpkı bugün olduğu gibi…

200 lira ancak 10 dolar ediyor 
Ükemizin en büyük banknotu 200 lira, ilk kez 2009 Ocak ayında tedavüle girdi. 2009 Ocak ayı başında, bu banknotla 130 dolar alınıyordu. Bugün ancak 10 dolar 50 sent alınabiliyor. Yine 2009 Ocak ayında, 200 lira ile doldurduğunuz pazar filesini, bugün doldurmaya kalksanız, ödemeniz gereken miktar: 500 lira değil, 1.000 lira değil, 1.500 lira değil, 2.000 lira değil. Tamı tamına 2 bin 209 lira… Bu 200 liranın yanına, 10 tane daha aynısından koysanız, 2009’un Ocak ayında aldığınız, meyveyi, sebzeyi, eti, peyniri almanıza yetmiyor.

Peynir yumurta et almak hayal oluyor 
2011 yılında Erdoğan ne diyordu? “Eğer biz geldiğimizde asgari ücretle aldığın yumurtadan, aldığın sütten, aldığın peynirden, aldığın ekmekten bugün daha az alıyorsan, bize oy verme…” Madem öyle, Sarayın kibirlisinin, enflasyonla millete ödettiği hesabı da, önüne bir koyalım bakalım. Erdoğan’ın ucube şahsım rejiminin hayata geçtiği, 2018’in Haziran ayında, asgari ücretle 73 kilo beyaz peynir alınıyordu. Bugün 60 kilo alınabiliyor. Ucube Cumhurbaşkanlığı Hükümetinin başı Erdoğan 5 yılda, asgari ücretlinin sofrasından 13 kilo peyniri aldı götürdü. 5 yıl önce asgari ücretle, 3 bin 562 yumurta alınabiliyordu. Bugün 2 bin 933 tane alınabiliyor. Ucube Cumhurbaşkanlığı Hükümetinin başı Erdoğan asgari ücretlinin sofrasından 629 yumurtayı almış götürmüş. Bundan 5 yıl önce asgari ücretle sofrasına 162 kilo tavuk eti koyabilen vatandaşımız, bugün sofrasına 141 kilo tavuk eti koyabiliyor. Ucube Cumhurbaşkanlığı Hükümetinin başı Erdoğan asgari ücretlinin sofrasından 21 kilo tavuk etini kapıvermiş. Ucube Cumhurbaşkanlığı Hükümeti döneminde sofraya konan, pirincin 28 kilosunu, toz şekerin 41 kilosunu, Sarayın kibirlisi alıp götürmüş. Hangi birini söyleyelim. Bu liste uzayıp gidiyor. Peki, bunun sorumlusu kim? Tabii ki “Ekonominin sorumlusu benim, ben” diyen Erdoğan.

Dünyada ucuzluyor ama bizde tam aksi 
Bugün dünyada gıda fiyatları düşerken bizde arşa çıktıysa, bir kilo kıyma 300 lirayı aştıysa, bir kilo soğan bugün 20 lirayı bulduysa, yumurtanın kartonu 90 liraya, karton sütün litresi 30 liraya dayandıysa, bunun sorumlusu kim? Tabii ki “Ekonominin sorumlusu benim, ben” diyen Erdoğan. Bugün gerçek işsizlerimizin sayısı, 8 milyonu aştıysa, 1 milyon 79 bin üniversite mezunumuz bugün işsizse, 3 milyon gencimiz, ne bir işte çalışıyor, ne okuyor, evde oturuyorsa, anasının, babasının yanında ev genci olmuşsa, bunun sorumlusu kim? Tabii ki “Ekonominin sorumlusu benim, ben” diyen Erdoğan.

İktidarın KKM fiyaskosu
“Faiz neden, enflasyon sonuç” tezini ısrarla savunan iktidar, dolarda özellikle son dönem yaşanan artışı durdurabilmek için dövizden sonra TL’den “kur koruma”ya geçenler için de faiz sınırını kaldırdı.
İktidar seçim öncesinde dolardaki yükselişi dolayısıyla da enflasyondaki artışı durdurabilmek için kendi icadı olan kur korumalı mevduat (KKM) uygulamasında faiz sınırını TL’den KKM’ye dönenler için de kaldırdı.  Resmi Gazete’de dün yayımlanan cumhurbaşkanı kararına göre KKM’lerde faiz bankalar ile mevduat sahibi arasında serbestçe belirlenebilecek. Önceki uygulamada bankalar en çok politika faizinin (yüzde 8.5) üç puan üzerinde faiz verebiliyordu. Ayrıca anımsanacağı gibi döviz hesaplarından KKM’ye dönenler için faiz sınırı geçen ocak ayında kaldırılmıştı. Böylece her fırsatta faize karşı olduğunu, hatta “faiz neden enflasyon sonuç” tezini ısrarla savunan iktidar, dolarda özellikle son dönem yaşanan artışı durdurabilmek için faiz oranlarını serbest bırakmış oldu. Zaten bir süredir normal mevduat faizi yüzde 30’un üzerine çıkmış durumda. 

200 milyar lira maliyet bindi
İktidar, KKM’yi Aralık 2021’deki kur atağının ardından devreye soktu. Son verilere göre KKM hesaplarında 1.7 trilyon liraya yakın bir mevduat var. Faizde sınırın kaldırılması ile KKM’ye yönelişin önümüzdeki günlerde daha da artması bekleniyor. Zaten iktidar yasa ile KKM uygulamasını bu yılın sonuna kadar uzatmıştı. İktidarın yeni kararları KKM’lerin kamuya olan “ağır maliyetini” daha da artıracak. İlk uygulamadan bugüne TL hesaplardan KKM’ye dönenler için kur farkı olarak bütçeden 94.7 milyar liralık ödeme yapıldı. Dövizden KKM’ye dönenler için Merkez Bankası tarafından yapılan ödemeler resmi olarak açıklanmasa da bankanın faaliyet raporuna göre geçen yılki rakam 88.9 milyar lira. Vazgeçilen vergilerle birlikte bugüne kadar oluşan toplam maliyetin 200 milyar lirayı aştığı hesaplanıyor

Milleti tamamen unuttular 
Milletimiz bunların ne yaptığını görmüştür, notlarını da vermiştir. Şimdi, masasından çalınan peynirin, yumurtanın, pirincin, şekerin, işsiz evlatlarımızın çalınan geleceklerinin hesabını, sandıkta sormaya hazırlanmaktadır. Milletimiz kendini unutan, halini görmeyen, “Benim için varsa yoksa sarayımın beslemeleri, Sarayımın yanaşmaları, Sarayımın beşli çeteleri” diyenlerden bunun hesabını sormak için, sandığı sabırsızlıkla beklemektedir. Milletimiz bunların gözünde de yoktur, gönlünde de yoktur. Giderayak yaptıkları her iş, bunu açıkça göstermektedir. 
Bu güzel ülkemiz, bereketli topraklar üzerinde 4,5 saatlik uçuş mesafesinde 1,5 milyarlık nüfusa, 58 ülkeye ve 21 trilyon 500 milyar dolarlık bir pazara erişim imkânına sahip. Bu özellikle son Covid-19 krizinden sonra dağılan arz zincirleri çerçevesinde değerlendirildiğinde çok büyük bir avantaj. Yine taşı sıksa, suyunu çıkaracak gençlerimizle, dünyanın her yerinde iş yapabilecek, ter döken, ihracatçılarımız ve iş insanlarımızla, aslında ülkemiz çok önemli üstünlüklere sahip. Ülkemizin çok büyük bir potansiyeli var. Geleceği parlak. Yeter ki kral değil, kural ile yönetilsin. Yeter ki kibir değil, tevazu ile yönetilsin. Yeter ki kutuplaştırarak değil, kucaklaştırarak yönetilsin. Yeter ki “Her şeyi bir tek ben bilirim” diyerek değil, istişareyle yönetilsin.

Halimizin mizahı ve izahı 
Son olarak bir durum tespiti yapalım istedim. Bir anonim yazı bu. Ama Büyük çoğunluğu acı da ülkemizin ve bizim gerçeklerimizi yansıtıyor. Bakalım bunlar neler hep birlikte görelim Dostlar...
Yalancı halk, yalansız siyasetçi istiyor. Tembel öğretmen, çalışkan öğrenci istiyor. Zina yapmış genç, el değmemiş kız istiyor. Sahtekar amir, dürüst memur istiyor. Domuz eti yemeyiz ama ondan daha büyük günah olan faizi yeriz. Çalışmak istemeyiz ama çok zengin olalım isteriz.İnsanlar tarafından sevilmek isteriz ama biz kimseyi sevmeyiz. Bakıyoruz, görmüyoruz. İşitiyoruz, duymuyoruz. Dokunuyoruz, hissetmiyoruz. 
 Çok konuşuyoruz, az iş yapıyoruz. Çok iş yapanlara söz vermiyoruz. Yenildiğimizde kaybettiğimizi düşünüyoruz. Duymayacak kadar kör, görmeyecek kadar sağırız. Dirilişi Ayet ve Hadislerden değil, dizilerden bekliyoruz. Tarihin öznesi değil nesnesi oluyoruz. Kahraman bekliyor, kahraman olmuyoruz. Ölümlüyüz ama ölümsüz gibi yaşıyoruz.“Gelin birlik olalım” deriz ama gidip birlik olmaya razı olmayız. Faizi biz alır, zinayı biz yapar, kumarı biz oynar, çocuğu biz döver, eşimize biz bağırırız ama suçu siyonizme atarız. Okumayız ; Okumayız ama milletin cahilliğinden bahsederiz. Günah işlememek için değil, tekrar işlemek için tövbe ediyoruz. Bilgimiz yok ama fikrimiz çok. Dünyada yaşıyoruz ama cennet rahatlığı bekliyoruz. Cehennem’in var olduğunu söylüyoruz ama yokmuş gibi yaşıyoruz. Artan hastahanelerle beraber hastalıklarımızda arttı. Artan adalet saraylarımızla beraber adalet arayışımızda arttı. Artan iletişim cihazlarımızla beraber insanlarla iletişimimiz azaldı. Artan paralarımızla beraber infakımız azaldı. Kendi hocamıza asrın en iyi hocası muamelesini yapıyoruz ama başkası aynı şeyi yapınca ona kızıyoruz.İçkinin sarhoş ettiğinden daha fazla dünyanın sarhoş ettiğinin farkına varmıyoruz. Kendimizden, evimizden önce dünyayı değiştirmeye çalışıyoruz. Başımızı kapatıyoruz ama diğer yerlerimizi açıyoruz.Karımıza bakılmasın istiyoruz ama biz başkalarının eşine veya kızına bakıyoruz. Örtünüyoruz ama daha fazla görünmek için. Giyiniyoruz ama çıplak olan taraflarımız daha fazla.Evleniyoruz ama boşanmak için.Okuyoruz ama diploma için. Seviyoruz ama karşılık bekliyoruz.Namaz kılıyoruz ama kötülükten geri durmuyoruz. Oruç tutuyoruz ama sadece midemizle. Zekat veriyoruz ama başa kakmasıyla.Hac yapıyoruz ama turistlik bir seyahat gibi. Kelime-i Şehadet getiriyoruz ama sadece dilimizle. Dini,kültür; ahlakı, bilgi olarak görüyoruz ama toplumun dört dörtlük olmasını istiyoruz. Her şeyi biz yapıyoruz. Suçu şeytana atıyoruz.
SON SÖZÜM ; Ne diyor Pablo Neruda? “Tüm çiçekleri koparabilirsiniz, ama baharın gelişini engelleyemezsiniz.” 15 Mayıs sabahı, ülkemize bahar gelecek. Milletimiz huzur içinde uyanacak, sokağına, okuluna, işine, komşusuna huzurla, güvenle gidecek. Cumhurbaşkanımız. Sofralarımıza Halil İbrahim bereketi gelecek. Ülkeye hak, hukuk, adalet gelecek.Milletimizin çalınan neşesi geri gelecek. Yurtdışına giden gençlerimiz, ülkesine geri dönecek
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Oktay Apaydın Arşivi