Bize bağırmayın artık!

Yönetim kardolarına şöyle seslenmeyi çok isterim; “Biz yıllardır sabırla bir şeylerin düzeleceğini umut etmekten çok yorulduk. Pahalılıkla mücadele ediyoruz, sağlıkla, eğitimle, kira ile, barınma sorunları ile günleri, yılları bitiriyoruz. Bir de bunların üzerine orman yangınları, ağaç katliamları, seller ve son dönemde yaşadığımız depremin acıları ile yaşamaktan çok yorulduk!

İkide bir ekranlara çıkıp bağırıp durmayın. Yazanı, çizeni, konuşanı “not alıyoruz” diyerek tehdit etmeyin!

***

Şimdi birlik olma zamanı diyorsunuz ama nedense iktidar olarak o birliği oluşturamıyorsunuz. Böylesine büyük bir felaketten sonra çıkıp, insanları “ahlaksızlık, namussuzluk, adilik” ile suçlamak yerine güç birliği yapıp, bu konuda örnek teşkil etmeniz gerekmez miydi? Muhalefette olan partilerin yöneticileri ile, parti seçimi yapmaksızın yerel yönetimlerle ortak bir masa yapıp, bu felaketten nasıl çıkılacağı konusunda yardım ve görüş anlamında güçlerinizi birleştirmek çok mu zordu?”

Kavgadan, hakaretten usandık, barış dilini özledik...

***

YARDIMA KOŞANLARA HAKARET ETMEK NE KAZANDIRIR?

Deprem felaketinin üzerinden günler geçti. İnsanlar hala kayıplarını arıyor. Çadır bulmaya, ısınmaya, ilaç bulmaya, çocuklarını hastalıklardan korumaya çabalıyor. Ne yazık ki 1999 yılında yaşadığımız depremden zerre ders alıp, geliyor, gelecek denen felaketlere hazırlanmayı başaramamış olduğumuzu acı ile gördük. Hatta o depremden sonra hazırlık anlamında daha da kötüye gitmişiz. Tek adamın talimatını beklerken, ne yapacağını bilemeyen kadrolar ve kurumların yetersizliğini üzüntü ile takip ettik.

***

O kadar çok eksiğimiz varmış ki, sosyal medyayı, dijital platformları kapatmak, görsel basına, gazetecilere sansür koymak bile bunların ortaya çıkmasına engel olamadı. Bu depremde canla başla yardım etmeye koşan sivil toplum örgütleri, gönüllüler, sanatçılar, şov yapmakla suçlandı üstelik!

Yardım etmek için çırpınan insanlara hakaret etmek, kime ne kazandırır?

Geçmişte tüm afet olaylarında ilk koşanlardan ve olağanüstü bir çaba ile hayatlar kurtaran Nasuh Mahruki ve ekibinin nasıl bıktırılıp, yerlerinden edildiğini de acı ile hatırlıyorum. Oysa bu ve benzeri tecrübeli ekiplerin kuracağı oluşumlara destek vermek, çoğalmalarını sağlamak önceliklerimizden olmalıydı.

***

ÇABUK UNUTUYORUZ!

17 Ağustos 1999 yılında meydana gelen deprem sonrası bir hareketlenme olmuştu. İl ve ilçe belediyeleri olası bir olabilcek depremler için hazırlık yapmaya, çadır stokları yapmaya başlamıştı. Toplanma alanları belirleniyordu. Sonra hepsini unuttuk.

O çadırlar nereye gitti de biz aradan günler geçmesine rağmen insanları soğukta bıraktık?

Ya Marmara depremi de yakın zamanda olursa, bu kadar büyük bir nüfusu barındıran bölgeye neyi yettireceğiz?

Eleştirilecek ve yanlış olan o kadar çok şey var ki, sayfalarca yazılabilir bu konuda...

Acı bir şekilde tecrübe ettiğimiz bu felaketten sonra, nelerin yapılması gerektiği konusunu ciddiyetle ele alarak, olası doğal afetlere daha sağlıklı bir şekilde hazırlanabiliriz belki.

***

Bir yere koşarken başka bir sürü önemli şey ihmal ediliyor. Örneğin, kurtarma ve tedavi etme gibi görevler nedeniyle bölgeye gönderilen herkesin sağlıklı ve sürekli bir arama kurtarma çalışması yapabilmeleri için korunmaları öncelikli alınacak tedbirler arasında olmalıydı.

Deprem sonrasında, Prof.Dr.Mehmet Ceyhan sağlık sorunlarına ilişkin bazı tespitlerini aktarmıştı. Kemirgenler ve başıboş köpeklerden kuduz hastalığının olabileceğini, yıkıntılar arasından çıkarılacak insanlara derhal tetanoz aşısı yapılması gerektiğini, Türkiye’de difteri, tetanoz ve hepatit B aşılarının olmadığını ve bunun ciddi bir sorun olduğunu belirtmişti. Tetanozun en çok bulaşabileceği yerlerin toprak, çimento, özellikle demir ile yaralanmalar olduğunu ve kurtarma ekiplerinde çalışanların hepsine bu aşının yapılması gerektiğini ifade etmişti.

***

Bir konu da, enkaz kaldırmakla görevlendirilen kişilerin, canlı bedenlere ulaştığında nasıl davranması gerektiği hakkında. Elbette o sırada bir cana ulaşmanın sevinci ile bunu yaptıklarını biliyoruz. Ancak, enkaz altında günlerce kalan ve ulaşılan insanları çıkartırken yüksek sesle getirilen tekbirler ne kadar doğru?

Bu tür sesler, kurtardıkları / kurtarılmayı bekleyen kişilerde bir şok etkisi yaratmaz mı? Oysa günlerce karanlıkta kalmış, vücut fonksiyonları düzgün çalışmayan, ruhsal durumu son derece bozulmuş insan o bağırış çığırış arasında ne hissediyorduk kimbilir?

Görev alacak kişilerin bu açıdan da bilgilendirilmesinin doğru olacağını düşünüyorum.

***

BARIŞ DİLİNİ ÖZLEDİK...

Depremin yaraları ile uğraşırken eğitimi unutuyoruz, kapıda olan gıda, tarım, iklim, temiz suya erişim, sağlık gibi hayati önem taşıyan konuları rafa kaldırıyoruz. Hiçbir şey yolunda gitmiyor! Bizler çok yorulduk...

Günden güne fakirleşiyoruz. Gelecek kaygılarımız var, hasta bir toplum olma yolunda ilerliyoruz.

Lütfen bize bağırıp durmayın artık!

Kavgadan, hakaretten usandık, barış dilini özledik...

***

Sevgiyle kalın

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Sevim Güney Arşivi